Bişnev diye başlıyor Mesnevi’ye Mevlana. Yani, Dinle!
Dinle, anla, öğren….
Peki neyi?
—
Hatırlamayız ama her şey o bizi hipnoz edecek denli etkileyici sese karşı verdiğimiz özgüven dolu bir “Bela/Evet” ile başladı. Daha beden yoktu ama can kulağı vardı, vardı ki duyabilmiştik O sesi. Ve kabul etmiştik o hiç bir varlığın kabul etmediği teklifi: insan olarak gelecek ve insan olarak kalacaktık o hayal aleminde. Emanetti artık “insanlık” bize ..
Sonra, alem değişti.Yolculuk başladı. Hatırlayamasak da. En güvenli yerde, ruhumuz bedenle bütünleşirken, işlev kazanan ilk organımızdı kulak ve o kulakla duyduğumuz en güzel ikinci sesti anne sesi. Daha görmeden, dokunmadan, sadece duyarak öğrenmeye başlamıştık.
Dinle diyordu o ses, dinle ve öğren. Işığın gölgesi bize güven verirken.
—
Yolculuk devam ediyordu…
Zaman geçti, vakit doldu ve hakikatin yansımasından ibaret yeni bir aleme geldik, eşyanın aslını mağaranın girişinde bırakırken; gözümüz vardı, bedenimiz tamdı ama hala kulaktı öncelik sahibi. Kulak duymadan dil dönmeyecekti, zira taklit etmekti vazifesi söyleneni.
Öğrenmek için işitmek gerek önce, sonra da öğrendiğini uygulamak. Kulak olmayınca göz de tam olmayacaktı ve cüz’i akıl nâkıs kalacaktı. Zaten öncelik bedenin değil, bedene nefes veren ruhundu ve herşeyden evvel ruh aç kalacaktı, tınıların ahengiyle ortaya çıkan musiki duyulmayınca. Sahi, neden cezbeder ki musiki insanı?
İçimizdeki güzelliği, saflığı, ruhumuza üflenen o nefesin sahibini hissettirdiği için midir acaba? Acaba o ilk aleme, O sese götürüyor da can kulağımız bizi, ondan mıdır?
Yoksa evrendeki her şeyde bir düzen var da, musikideki o ahenk de doğanın düzenine mi uyuyor? Külli iradeye uyup bir bütün mü oluyor? Onu dinleyene de bu düzeni mi hatırlatıyor? Kendi lisanıyla, duyabilene şunu mu demek istiyor yoksa;”Ey adem sana kibir katan aklın bedeninin bir parçası, bedenin ise bir avuç toprak parçasıydı. Unutma; duyduğun, gördüğün, hissettiğin her şeye sahip olan; sana da, aklına da, kibrine de sahip. Ya çamur yanın ağır basar bataklığa dönersin ya bu ahengi duyan can kulağının, çamura ruh katan nefesin sahibine döner, cevher olursun.” Mebde(başlangıç) ile mead(son) arasında akıp giden gölgeden ibaret yaşam içinde…
—
Duyduklarımızla anladık, uyguladıkça öğrendik ve deneyimlediklerimiz tecrübe oldu arazlardan ibaret cüz’i aklımız sayesinde. Kibir aklımızı devleştirirken, biz de zamana paralel büyüdük ve büyüdükçe değişti oyuncaklarımız. Her manevi eksikliğimizin yerine yeni bir meta koyduk. Her belirlediğimiz hedef bir öncekini alt edecek ehemmiyetteydi, arzuları baskın nefsimiz için. Kaygılarımız arttı, zevklerimiz kül etti bedenimizi. Sahip de olduk ama ne var ki yetmedi. Daha çok istedik biz de ve her seferinde daha da büyüdü boşluk. Mutmain olamamanın verdiği umutsuzluk sarmıştı artık bedenimizi…
İşte tam da o an gördü göz, hissetti nefs. Oydu boşluk. Yaktı ham olan bedeni, halvet haliydi artık yaşananlar. Özlemdi. Herkesin içinde, hiç kimseydi. Köşe bucak aramaya başlamıştı gönül. Bulmalı, hemdem olmalıydı özlemiyle. Artık hedef yoktu, meta yoktu, beden her geçen gün sevgilinin hasretiyle erginleşiyordu.
Ve nihayet bir virane köşede buldu gönül sevgiliyi, vardı vuslata.
Halvet yalnızlaştırmış, hasret yakmış, vuslat ise erleştirmişti.
Artık biliyordu; göz görmeyecek, nefs duymayacak, gönül ermeyecekti, kulak olmayınca. Kulak duymayınca o sesi, kulluk olmayacaktı zira. Çünkü o ses oku diyordu.
Oku(İkra), anla ve öğret…