Düşünür, öğretmen, hâfız… Kimden bahsediyoruz? Âkif… Bitmedi; Mütercim, vaiz, yüzücü… Gene bitmedi; gezgin, milletvekili, veteriner… Nice nitelik, nice marifet, nice vasıf… Hepsinin üstünde ve geleceğe mesajlarla dolu bir sıfat: “Millî şair”…
Bu topraklarda yaşayan her fert, isminin başına “milli” sıfatını almayı ister. Zaten “milli” olamayandan çok fazla fayda beklemek de manasız. Bir figür olarak, bir değer olarak ve bir fikir erbabı olarak Âkif, sadece İstiklâl Marşı’yla kısıtlanamayacak bir şahsiyetti. Yukarıda yazılan tüm özellikleriyle o, kendini geliştirmeyi bilmiş, ne yobazlığa kaçmış ne de Batı’nın bâtıllığına sürüklenmişti. Muhafazakârlık ve milliyetçilik, yansımasını onun zâtında bulmuştu. Onun için en özetleyici söz, “samimiyet”ti. Özü sözü bir olmak, yaşamını taklide değil yerel kültüre odaklamak, riyadan uzak durmak, böbürlenmemek, milli kurtuluş için yorulmak, İslâm ahlâkıyla yoğrulmak… Ve belki de en muhtaç olduğumuz duygulardan birisine sahip olmak: Tevazu… Bakın nasıl karşılıyor Safahat’ta okuyucuyu:
Bana sor sevgili kâri’(okuyucu) sana ben söyleyeyim
Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım(şiirlerim) :
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’(sanat taslamak) bilirim, çünkü, ne san’atkârım.
Şi’r için “göz yaşı” derler, onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir(gözyaşıdır) bence bütün âsârım(eserlerim) !
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım(usandım) !
Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zîrâ onu yazdım, iki söz yazdımsa.
Ne şairim ne de sanatçı diyen bir tevazu abidesi… Bunca şiiri aruz ölçüsüne ustalıkla uygulayan bir şair olacaksınız, bir de ülkenin milli marşını kaleme alacaksınız ama şair bile değilim diyeceksiniz. Bu tavır, bu yüzyıla damga vurmuş bir derviş tavrıdır. Yani Âkif’in İstiklâl Marşı’nda kabul etmediği ödülün dışında, nice kendine özgü büyüklükleri var. Yeni neslin Âkif’i tanıması, onun karakterinden haberdâr olması şarttır. Âkif, İslâm medeniyetini ve kültürel değerlerini şiirleştiren bir şairdir. Safahat’ta yer alan manzum hikâyelerin hepsi birer ders niteliği taşır. Hele ondaki “umut” kavramı, iki soru çözüp umutsuzluğa kapılan yeni dünyanın bezmiş çocukları için iyi bir örnektir. Osmanlı Devleti’nin yıkımına neden olan nice hadisenin yaşandığı zamanlarda bile o, gür sesiyle milletini umuda çağırır:
Batmazdı bu devlet, «batacaktır! » demeyeydik.
Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;
Tek sen uluyan ye’si(karamsarlık) gebert, azmi uyandır.
Kâfî ona can vermeye bir nefha-i îman(îmanın tatlı esintisi);(Yeis Yok)
Peki daha önce yedi düvele karşı koyduğumuz, imkânsızı başardığımız Çanakkale Savaşı için, o cephede can vermeye giden Mehmetler için yazılan mısralar… O mısralar öyle kuvvetli bir imanın yansımasıydı ki onun üstüne bir Çanakkale Destanı yazılamadı:
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
(Çanakkale Şehitlerine)
Âkif, tüm güncelliği ve kalitesiyle Safahat’ın içerisinde duruyor. Her sabah okullarda ve milli vasıflı her törende okuduğumuz İstiklâl Marşı, bayrak kadar, toprak kadar kutsal bir değerdir. İstiklâl Marşı, bu milletin “istikbâl” marşıdır. Bu marşın şairine ilk ödevimiz, onun marşının yeni nesil tarafından idrakini sağlamaktır. Zira bu marş, okullarda -özellikle sabahları- sessizce okunup geçiştirilecek kadar önemsiz değildir. Sadece bu marş değil Âkif’in hayal ettiği “Âsım’ın Nesli” aydın bir Müslüman olmanın kılavuzu niteliğindedir. Zaten hem bilgiyi, bilimi önemsememek hem de Müslümanım demek çok abes bir durum. Bir değerler kitabı olan Safahat’ı yeni nesillerle tanıştırmak ümidiyle…
Kahraman ırkımızın, milli sanatkârını saygı sevgi ve özlemle anıyoruz…
Mekânı cennet olsun!..