“Bize bir insan mektebi lazım. Bir mektep ki bizi kendi ruhumuza kavuştursun; her hareketimizin ahlaki değeri olduğunu tanıtsın; hayaya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin; her ferdimizi milletimizin tarihi içinde aratsın; vicdanlarımıza her an Allah’ın huzurunda yaşamayı öğretsin.” Nurettin TOPÇU
Mayıs 2017 tarihinden beri Karaman’da Anadolu Mektebi Yazar Okumaları il koordinatörlüğü görevini yürütmekteyim. Öğretmenlik mesleğimin yanında bu görevi yapmak, bu projede yer alan öğrencilerimin değişimlerine ve gelişimlerine tanık olmak benim için mutluluk ve onur verici. Yıllar sonra geriye dönüp baktığımda iyi ki yapmışım dediğim işlerimin başında Anadolu Mektebi Yazar Okumaları Projesi gelecek.
Anadolu Mektebi Yazar Okumaları, 2012 yılında Prof. Dr. Sami Güçlü’nün Sakarya Üniversitesinde 12 kişilik bir öğrenci grubu ile başlattığı, bugün 30 ilde yüzlerce öğrenci ile devam eden bir projedir.
Bu proje; milli ve manevi değerlerimize sahip çıkan, Türk kültür ve medeniyetinin gelişmesine katkı sunmuş yazarların tüm eserlerinin ve yazar hakkında yazılmış seçkin eserlerin okumasını, okunan her eser hakkında değerlendirme yazısı yazılmasını, eserlerin en az yarısı okunduktan sonra bir konu seçilmesini, seçilen konuda bir konuşma metni hazırlanmasını, düzenlenen panel programlarında hazırlanan metnin sunulmasını amaçlayan bir yazar okuma faaliyetidir.
Anadolu Mektebindeki öğrenciler, nitelikli bir okuma yapar, yazı ile kendini ifade becerisi edinir, sosyal ve kültürel yönden gelişir. Öğrencilerin; çalışkan, doğru, sadakatli, kendine güvenen, irade sahibi, önceliklerini doğru belirleyen, ilkeli ve tutarlı olabilen, mensup olduğu aileyi önemseyen bireyler olmaları hedeflenir.
Anadolu Mektebi Yazar okumaları, gönüllülük ile başlayan ve devam eden, nicelikten çok niteliğe önem veren, bir okuma faaliyetidir.
Karaman’da öğrencilerimiz Mustafa KUTLU, Cengiz AYTMATOV, Tarık BUĞRA ve Cengiz DAĞCI kitaplarını okumaktadırlar. 8 Aralık 2019 tarihinde Karaman’da Anadolu Mektebi Tarık BUĞRA il panelinde konuşma metnini sunan, dinlediğim zaman onur ve gurur duyduğum, öğrencimiz Fatma Zehra AYTEKİN’in metnini siz okurlarımla paylaşmak istiyorum…
Kelimelerin Ölümü
Yüreği eprimiş zamanın ruhu dünyaya henüz serpilmişken, Adem ile Havva’nın cennetten ayaklarına bulaşan tozlar, toprakla yeni harmanlanmış; gecenin ıssızlığına gebe kalan yeryüzü, matemin soğuk duvarlarına sırtını yaslamıştı. Arzın göğüs kafesi korkuya bulanan nefesiyle hızlı hızlı inip kalkıyordu. Sonra nabzı duran bir beden gibi birden hareketsizleşti ve donuklaşan göz bebeklerinde toprağa damlayan bir damla kanın bulanık resmi asılı kaldı. İşte ölümün soğuk ruhu Kabil’in parmaklarından damlayan o kanla birleşti ve ademoğlunun kalbine mühürlendi. Kabilse kaçarak yüzyıllarca ruhların sinesine gizlenerek yaşamaya devam etti.
Limelenmiş cesetler bürüdü derinlerinde Kabil’in nefesi duyulan insanın ruhunu. Ellerinden süzülen kızıl kana boyanmış dört bir yanı. Öldürüyor, öldürüyor, öldürüyor…
Zamanı, mekanı, hisleri ve hatta kelimeleri…
Cinayet sadece bir canlının nefesini keserek değil, unutarak da işlenir. Ben öldürdüğümüz kelimelerin mezar taşlarına bakarak yazıyorum bunları. Yavaş yavaş teker teker unuttuk onları. Lügatimiz ağlarken sağır olduk. Sözlüğümüzün sayfalarını birer birer koparıp attık. Oysa ki “bir milletin gelişmişliği, onun sözlüğünün kalınlığından anlaşılır” demişlerdi. Duymadık. Tıpkı “Öldürülen kelimeler aslında öldürülen şiirlerdir, öldürülen düşüncelerdir, bilgilerdir; üstün ve ışık salan beyinlerin yararlanılamaz hale getirilişidir. Cinayetlerin en vahşicesidir.” diyen Tarık Buğra’yı duymadığımız gibi.
Ve bu yüzden kelimeleri katletmek, söz dağarcığımızı, Türkçe’mizi baltalamak isteyenlerin ortasında kaldık.
Hakikati atıp gerçeği kullansak nolur dediler mesela, hakikat ölür demedik. Şehri asın darağacına, kenti kullanın dediler. Fakat şehri öldürürsek; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş şehir” isimli eserini, Yahya Kemal’in “Hayal Şehir” ini, bu milletin “Şehirler içinde Konya’dır Konya” sözünü, Karacaoğlan’ın “Yüz bin şehir versem” diye seslenişini de öldürmez miydik? İşte asıl maksat da bu diyor Tarık Buğra; Seni senden koparmak, seni kültür hazinelerinin mezarcısı yapmak, kısacası seni çulsuz çuvalsız bırakmak, avlanacak hale getirmek.
Ve biz fark etmeden bağlandık bizi çaresiz bırakmak isteyenlerin prangalarına. Yüz binlerce kelimesi bulanan Türkçe’nin yalnızca 300 kelimesiyle yaşamaya başladık. Dili fakirleştirdik, hayatımızı basitleştirdik, biz basitleştik. Henüz 80 yıl önce yazılan bir eseri bile anlayamaz hale geldik. Ecdadın izini, kimliğimizi yani dilimizi kaybetmeye başladık. Git gide karanlığın kuytusunda kaybolduk. Derinlerden duyulan boğuk sesler kuşattı kulaklarımızı; çaresizsiniz, çaresiz, çaresiz…
Oysa karanlığın ortasında bir yerlerde kafamızı kaldırıp baksak görebileceğimiz bir yıldızın ışıltısı vardı. Onun yönünde ilerlersek aydınlığa çıkabileceğimiz bir yıldız. İşte mesele bu. Tarık Buğra’nın idealini görebilmek. Tarık Buğra’yı duyabilmek, duyup da anlayabilmek. O halde “Milliyetin izzet-i nefsi dilden başka nedir ki?” diyen Tarık Buğra’yı duymaya, izzet-i nefsimizi kurtarmaya sizleri davet ediyorum.
Türkçe’yi, Türkiye’yi aydınlığa ulaştırdığımız günleri görmek dileğiyle…