İster uyuşturucu ister alkol ister morfin ister idealizm olsun, her türlü bağımlılık kötüdür. “Carl G. Jung”
Değerli okuyucularım yazıma başlamadan önce Jung’un bu sözünü sizlere aktarmak istedim. Aktaracağım yazım boyunca belirtmek isterim ki bağımlılık deyince aklımıza kalıplaşmış bağımlılık faktörlerinin yanında bizlerin hoşuna giden ve bu nedenle tekrarlamak istediğimiz tüm bağımlılık yapan davranışlarımız gelmelidir. Bu yazımda sizlere Sinan CANAN’ın “ Değişen Be(y)nim” adlı kitabından alıntılar yapacağım. Kendimizi ve beyin yapımızı bununla birlikte davranışlarımızı yorumlamaya fırsat tanıyan bu değerli kitabı fırsatınız olduğunda okumanızı tavsiye ederek yazıma başlamak istiyorum.
Bağımlılık, bugün bildiğimiz kadarıyla, beyni olan bütün canlılarda ortak olarak paylaştığımız temel bir “ödül-ceza” sisteminin yan ürünüdür. İnsan beyni, hoşa giden ve tekrarlanması halinde organizmaya hoşluk hissi veren davranışları kodlamak için dopamin adlı kimyasal maddeyi salgılayarak bu tip davranışları pekiştirme eğilimine sahiptir. Hoşumuza giden birçok şey, beyindeki dopamin miktarını artırır. Bunu yapmasının temel mekanizması ise beynin derinliklerinde bulunan akkumbens çekirdeği denen bir bölgeyi uyarmasıdır. Bu bölge, beynimizdeki ödül sisteminin temel merkezini oluşturur. Kısacası, burayı uyaran ne varsa, beynimizin her tarafında dopamin salgılanmasını ve böylece kendimizi daha iyi, mutlu ve tatmin olmuş hissetmemizi sağlar.
Bu sistemin beyinde var olmasının temel biyolojik nedeni; sıradan fizyolojik aktivitelerimiz olan yeme-içme, cinsel güdüler ve egzersiz gibi özelliklerimizi pekiştirerek onlardan keyif almamızı sağlamak ve böylece hayatta kalmamızı desteklemektir. Fakat biz insanlar, diğer canlılardan bazı açılardan farklıyız. Özellikle, hoşumuza giden besin maddelerini yahut deneyimleri, tabiatta bulunmayacak derecede yoğunlaştırabilme ve tabii olmayan bir şekilde ulaşılabilir durumda tutabilme yeteneğine sahibiz. Bu tanımın daha anlaşılabilir olması adına şu şekilde örnekler verebiliriz. Tabiatta bolca ama dağınık halde bulunan şekeri yahut et tadı veren glutamat adlı aminoasiti, çok yoğun bir şekilde gıda ürünlerine daha cazip hale getirebilmek için kullanıyoruz. Bir bitkinin yaprağını rulolar halinde sarıp, onu yakarak dumanını soluyabiliyor ve böylece içindeki nikotoin gibi aktif maddelerle zihinsel ve bedensel durumumuzu değiştirebiliyoruz. Bu “yoğunlaştırma” özelliğimiz, tabiatta rastlanmayan bir şekilde ödül sistemimizi zorlamakta ve bu yüzden aslında sıradan birçok kimyasal maddeye ve uyarana karşı hızla bağımlı hale gelmekteyiz.
Günümüz Bağımlılık Örneği Olarak İnternet ve Sosyal Ağlar
Günümüzde internete erişemeyen insan neredeyse yoktur. Hemen hemen hepimiz istediğimiz bilgilere saniyeler içinde ulaşabiliyor ve farklı farklı amaçlarla bu erişimi kullanıyoruz. Bilgisayarlar ve internet bizzat bizim, yani insanoğlunun icadı olmasına rağmen, ortaya kendiliğinden çıkan bu karmaşık sistem şu anda beynimizi ve zihnimizi ciddi olarak zorlayan, biyolojik donanımıza meydan okuyan bir hale gelmiş durumda.
Peki, internetin beynimiz üzerindeki etkisi nedir? İnternet kullanan insanların beyinlerinin, internete yabancı olan insanlara göre farklı çalışmaya başladığına dair çalışmalar hızla artıyor. Merak edilen bir bilinin ansiklopedilerde, kitaplardan veya alınan notlardan araştırılıp bulunması ile tek tuşla bulunması arasında elbette ki ciddi bir nitelik ve nicelik farkı bulunmaktadır. Sosyal medya denilen mecra günümüzde hem çocukların bilhassa gençlerin ayrılmadığı bir ortamdır. Bu durumun sosyal ortamla ilişkisini anlatmak için öncellikle beyin katmanlarımızın işlevlerine değinmek istiyorum. Beyin katman bölümlerinde analitik ve bilinçli zihin bölümlerimiz “beyin kabuğu” denen en dış katmanda bulunmaktadır. Sayısal zekamız, çalışma hafızamız ve alet üretme-kullanma becerimizdeki ileri düzey gelişmişlik, bu beyin tabakası sayesindedir. Beynimizin bilinçli ve analitik bölümleri, çok fazla veriyle karşılaştığında çalışmayı durdurur ve kararlarını artık daha derinlerde bilinçsiz olarak çalışan duygu ve güdü devreleriyle vermeye başlar. Bu devreler, tekil verilerle veya hesaplamalarla değil, karmaşık duygusal kodlar ve davranış örüntüleriyle iş görür. Milyonlarca yıldır hayatımızı belirleyen temel kararlar bu bölümler tarafından verildiği için, işler karmaşıklaştığında akıl yürütmeyi bırakmak ve kararı içgüdülerimize bırakmak, biyolojik donanımımızın bir gereğidir.
İnternet ve sosyal medya kullanımında bu durum karşımıza nasıl çıkıyor? Dunbar sayısı olarak bilinen bir sayı, birçok canlı için, tek bir bireyin gerçek anlamda ilişki kurabileceği, arkadaşlık edebileceği bireylerin sayısını belirtir. Antropolog Robert Dunbar tarafından ortaya atılan bu parametre, bir bireyin dengeli bir ilişki sürdürebileceği azami arkadaş yahut tanıdık birey sayısının bir ölçüsüdür. Ona göre bu sayı, beynin korteks tabakasının kalınlığıyla ilişkilidir ve korteks gelişmişliği arttıkça bu sayının da artması beklenmelidir.
Dunbar birçok antik topluluk, kırsal kabile ve modern şehir topluluklarında yaptığı gözlem ile bu sayıyı insan için ortalama 150 olarak belirlemiştir. Yani bir insan ortalama en fazla 150 kişi ile gerçekten tanışabilir ve stabil sosyal bir yapı kurabilir. Bu sayı günümüz sosyal medyasında takipçi sayısı olarak çoğu gence az gelebilir. Bu da internet üzerinde kurulan arkadaşlıkların gerçek anlamda sosyalleşmeyi sağlamadığını göstermektedir. İnternet ortamından gelen gülücük emojileri, beğeni bildirimleri bizlerin ödül sistemini harekete geçirmektedir. Yazının başında da belirttiğim gibi bu sistem sayesinde bu davranışları tekrarlama eğiliminde olarak sosyal medyaya daha fazla bağlanmaktayız. Bu konuyla ilgili sizlere bir deney paylaşmak istiyorum.
Fare ve sıçan gibi hayvanların kafatası üzerindeki minik bir delikten dışarıdaki uyarım cihazlarına bağlanabilen elektrotlar yardımıyla, istediğimiz zaman minik elektrik akımları göndererek hayvanların ödül merkezlerini uyarabiliyor ve beyinde birçok merkezin görevlerini anlayabiliyoruz. Böyle bir deney düzeneğinde ufak bir değişiklik yaparak hayvanın kendisini “ödüllendirmesi” yani istediği zaman beynindeki dopamin miktarını artırması mümkündür. Bunun için ameliyatla hayvanın kafasına yerleştirilen uyarıcı elektrotun bağlı bulunduğu cihaza komut verebilen minik bir pedal, hayvanın kafesinin içine yerleştirilir. Hayvan pedala bastıkça dopamin salgılanması sağlanır. Yapılan birçok deneyde, bu şekilde bir sistem kullanmayı öğrenen hayvanlar, genellikle açlıktan ve susuzluktan ölene kadar o pedala basmayı devam eder. Bu basit düzenek, beyindeki ödül merkezini suiistimal etmenin nelere mal olabileceğine dair çarpıcı bir örnektir aslında.
Bağımlılıkları Terk Etmek Neden Bu Kadar Zor?
Mücadelenin en önemli ayağı, koruyucu tedbirlerdir. Bu otomatik reaksiyonların ya da beynin ortasından gelen bilinçsiz tepkilerin kontrolünün sağlanabilmesi için, bu devreler son haline gelmeden erken yaşlarda gerekli eğitimin verilmesi gerekir. Tek bilmemiz gereken; yılların rutinlerini, alışkanlıklarını ve bağımlılıklarını bir anda, bir günde birkaç haftada kökten değiştirebilecek bir yönteme sahip olmadığımızdır. Zira böyle bir yaklaşım, bizzat beynin doğasına terstir.
Çocuk ve gençlerin eğitiminde, onların bağımsız ve özgür bireyler olmasına ne kadar imkân tanınabilinirse beyin kimyaları ve dolayısıyla davranış kontrolleri de ona göre gelişim gösterecektir. Eğitim sürecinde kendini değerli hisseden, birey olduğunun bilincinde ulaşabilen bireylerin yaşam başarıları ve zararlı alışkanlıklarla aralarına mesafe koyabilme becerileri elbette ki daha yüksek olacaktır. Kısacası, nasihatten başka yapabileceğimiz çok şey var ve bunları uygulamak için de beynin sosyal ortamlarda nasıl işlendiğini temel düzeyde anlamamız, aslında iyi bir başlangıç noktasıdır. Bilinçli aile ortamları, olumlu arkadaş çevresi ve hatta bağımlıları pozitif yönde destekleme amacıyla bir araya gelen gruplar gibi oluşumlar, çoğu zaman bağımlılık mücadelesinde kimyasal ve ilaç temelli tedavilerden çok daha iyi ve kalıcı sonuçlar verebiliyor.
Yazımı sonlandırmadan önce birkaç ekleme yapmak istiyorum. Birçok insanın bağımlı bulunduğu davranışlar vardır. Bu davranışların işlevselliğimizi olumsuz yönde etkilemesi ve birincil ihtiyaçlarımızdan (yemek, içmek, uyumak vb) daha önde yer alması hem ruhsal anlamda hem de bedensel anlamda ciddi zararlar oluşturmaktadır. Baştan sona yazımda da bu ana fikir üzerinde durdum. Bu davranışları ortadan kaldırmak ne yazık ki sanıldığı kadar kolay olmuyor bunun öncesinde önlem almak ise bizlerin elinde. Her zaman belirtildiği gibi bir bireyin özerk olması, kendine saygısının yüksek olması, öz denetim ve öz benliğinin olumlu yönde gelişmesi bağımlılık açısından önemlidir. Kendine güveni olan bireylerin bağımlılık düzeyleri de düşük olmaktadır. Çocukların gelişim dönemlerinde onların özgüvenini kırmamak, bağımsızlıklarını hissettirmek ve desteklemek geleceklerindeki kimliklerinin inşasında önemlidir.
Nisa KARAMAN