Toplumsal cinsiyet eşitliğini göz önünde bulundurursak, verilecek formel cevap, ‘Hayır’dır. Ancak gündelik hayat ve rakamlar böyle söylemiyor.
MEB Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınladığı “Milli Eğitim İstatistikleri Örgün Eğitim Belgesi ”ne göre, çeşitli öğretim düzeylerinde kadın öğretmen oranları, 2018 – 19 verilerine bakacak olursak;
Genel öğretimde kadın oranı %54 iken, bu oran ortaöğretimde %50, ilköğretimde %53 ve mesleki teknik eğitimde %49 olarak görülüyor. Belirtilen tarihlere dair okul öncesi eğitim oranları ( resmi ve özel okul olarak ) kadınların %94 oranında olduğunu görüyoruz. Bu, okul öncesi eğitimde erkek öğretmenlerin oranının %6 olduğunu göstermektedir. [1]
Sözleşmeli, kadrolu ve vekil olarak çalışan öğretmenlerin cinsiyet kırılımlı bir analizini bulmak mümkün değil. Fakat MEB’in hazırladığı bu cinsiyet kırılımlı dokümanın, bölgesel, öğrenci ve öğretmen değerlendirmelerini kolaylaştırabileceğini ifade edebiliriz. Bu, ayrı bir çalışmanın konusudur.
Biz bu yazımızın konusuna geri dönecek olursak…
Okulöncesi yaş grubunda erkekler öğretmenlik niçin yapmıyorlar? Bunun toplumsal cinsiyetle bağı nedir? Lise öğretmenliğinden mesleki olarak farklı olmayan okulöncesi öğretmenliği bir çeşit annelik olarak mı görülüyor? Ve sorular, meraklar çoğaltılarak devam edebilir.
Ancak evrensel örüntüler yinelenmekte, okulöncesinden yukarı çıkılırken, kadın öğretmen katılımı düşmektedir.
Ben bir kadın öğretmen olarak, büyük çoğunluk gibi, “ öğretmenlik kadın mesleği kızım, rahat iş. Yarım gün okul, geri kalan saatler evinle, çocuklarınla ilgilenirsin ” biçiminde öğretmenliğe motive edildim.
Başka bir motivasyon şekli de, “ kadınlık ve annelik ” üzerinden yapıldı. Kendisi de artık emekli olan ilkokul öğretmeni olan annem, kendisiyle mesleği arasındaki bağı, hep annelik üzerinden kurdu. “ Ben öğrencilerimin hepsini kendi çocuklarım gibi görüyordum. ” sözleri ve beraberinde gelişen davranışlar, bunun sonucudur.
Şimdilerde eğitimciliği bir yaşam biçimi, bir hayat ideali olarak gördüğüm noktadan baktığımda; her iki bakış açısının da olumlu taraflarını görmekle beraber, daha fazla eksik, yetersiz, birçok noktada kusurlu, eşitliğe aykırı buluyorum.
Toplumsal algıda öğretmenliğin ya da eğitimciliğin “ rahat iş ” olarak görülmesi, uzun yıllar mesleğin itibarının gerekli yerde olmamasını beraberinde getirdiğine tanıktır çocukluk anılarım. Öğretmenlik her zaman muteber bir meslek oldu, ama çoğunlukla da yalnızca kadın olmayla ve annelikle özdeşleşti. Bu da toplum nezdinde mesleğin profesyonelliği konusunda algı yanılmalarına yol açtı. İlköğretim ve lisede fazla başarılı olmayan kız çocuklarının “bari bir öğretmencik olsun” söylemleri özellikle 1980 ve 1990 lı yıllarda sıkça kulağımıza çalınan söylemlerdi.
Öğretmenlik mesleğinin toplumsal algıda “ rahat iş ” olarak algılanması, yine toplumsal cinsiyet rolleriyle ilgilidir. Erkek, evde iş yapmaz. Yapsa bile yardımcı pozisyonundadır. Kadınlardan sıklıkla duyarız “ aaa eşim bana çok yardım eder ” diye gururlanır pek çok kadın arkadaş. Oysa ki, erkek ortak yaşam alanında, kendi evinin işini yapmaktadır. Erkeklerin işten eve geldikten sonra iş yapmaması ya da yardımcı pozisyonda olmaları, yine toplumsal cinsiyet rolleriyle alakalıdır. Erkeklerin bulaşık makinası yerleştirmelerinin veya sofra kurup – kaldırmalarının önünde biyolojik bir engel bulunmamaktadır. Oysa kadın, hem kamusal alanda, ücretli olarak çalışmaktadır, hem de evin içinde ücretsiz olarak, evin kadını, annesi, çocuğu, gelini olarak mesaiye devam etmektedir. Bu durum, kadınları fiziksel ve ruhsal olarak zorlamaktadır. Bu nedenle, öğretmenlik, yarı zamanlı olması itibarıyla, “kadınlar için rahat meslek ” durumundadır.
Gelelim, öğretmenlik – annelik ikilemine. Bu ikilemin elbette yararlı tarafları mevcuttur. Öğretmenin çocuğa ya da gence rol model olması açısından, olumlu yönleri ayrıca tartışılması gerekir. Anneler başımızın tacıdır, fakat hem çocuk gelişiminde, hem de ergenlik problemlerinde ebeveyn – çocuk arasında yaşanan problemlerde, okulda bir aktör olarak öğretmenin, yeni nesilin geleceğe hazırlanmasında önemli bir rolü olmaktadır.
Fakat bir aktör olarak öğretmenin rol model olarak, aile kimlikleriyle özdeş tutulması, akranlar arası sorunların annelik ve babalık rolleri çağrıştırılarak çözüme kavuşturulması, hem mesleğin profesyonelliğine zarar verir, hem de yeni neslin geleceğe hazırlanmasında, eksik yönler bırakacaktır. Nitekim, biz eğitimciler, akran şiddetinde, akran arabuluculuklarında, aile içi iletişimin eksikliklerinin gençlerde yarattıkları algı sorunlarının birebir tanığıyızdır.
Diğer taraftan, aile içi iletişim çocukları ve gençleri geleceğe hazırlama konusunda olumlu yönleri fazla olsa bile; yine de öğretmen – anne ya da öğretmen – baba ikilemlerini sakıncalı buluyorum. Çocukların ve gençlerin evden çıkıp, aile ilişkilerinden çıkıp, anne – baba ilişkilerinden çıkıp, okula gelerek, başka sosyalitelerin içinde sosyalleşmeyi deneyimliyorlar; eğitimde evrensel normları öğrenmiş oluyorlar; o birkaç saat içinde anne – baba desteği olmadan kendi başlarına bir ortamda bulunabilmeyi öğreniyorlar. Bunlar, okul ortamı için sayabileceğimiz ilk planda akla gelebileceklerdir. Çoğaltılabilir.
“ Öğretmenlik kadın mesleği midir? ” sorusuna yeniden gelecek olursak, yeniden formel olarak “hayır” diyebiliriz. Ancak, uygulamada yaşanan durumun öğretmenlik gibi herkesin kutsadığı ve gerçekten kutsal ve kıymetli olan, asıl görevinin topluma öğretmek, toplumu değiştirmek, ona yön vermek, onu geliştirmek olan bir mesleğin evrensel standartlarda yapılabilmesi için, toplumsal cinsiyet rollerini, eşitliğini yeniden tartışmaya ihtiyacımız vardır.
Ayşe Kısmet
Felsefe Grubu Öğretmeni
[1]http://sgb.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2019_09/30102730_meb_istatistikleri_orgun_egitim_2018_2019.pdf