Küçülüyor insanlar… Kayboluyor artık içinde şehirler büyüdükçe…
Çocukluğumu hatırlıyorum bu kaybolmuşluğun içerisinde. Kayboldukça anılarım büyüyor zihnimde. Bazen neşe ile içilen bir çayın şekerinde, bazen ise ağaca çıkıp yemelere doyamadığım bir kirazın tadında. Büyüyor zihnimde anılarım, dur durak bilmeyen koşuşturmalarımda düşüp kanayan dizlerimdeki yaralarım.
Bize aitti sonsuz gökyüzü. Çocukluğumuza, çocuklara aitti. Bir ağaç, bir toprak, bir çiçek kimsenin değildi. Kimsenin değildi sokaklar. Yükselen binalar arasında hapsolmamıştı çocukluğumuz. Yüzümüzü döndüğümüzde gökyüzüne, çevremizde yükselen binaların çizdiği sınır kadar değildi dünyamızda gökyüzü.
Yüzümüze çiseleyen yağmur damlalarını iliklerimize kadar hissetmekti çocukluğumuz. Çamura bulanmış elbiselerimiz, ‘annem kızacak’ endişelerimiz, telaşlarımızdı… Çamurdan can bulan oyuncaklarımızdı hayalimiz. Hapsolmamıştı beton yığınlarına hayaller.
Hapsettik çocuklarımızı büyüyen şehirler içerisine. Şehirler içindeki evlere, evler içindeki dört duvarlara…
Yağmurun altında ıslanma heyecanını yaşatmıyoruz çocuklarımıza ya da toprakla buluşturmuyoruz onları. Her gün önlerine konulan bir meyvenin nasıl yetiştiğinden, hangi ağacın dalından koparıldığını haberdar etmiyoruz çocuklarımızı. Bir kuşun, bir böceğin, bir tavuğun sesine aşina etmiyoruz kulaklarına doğanın sesinden. Neden ihtiyacımız var toprağa? Toprak olmazsa ne olur? sorularını sormuyoruz çocuklarımıza. Kendi özlerini bulmalarına fırsat vermiyoruz. Uzaklaştırdık onları tabiattan, özlerinden. Hayatı, özünün içinden değil de öğretmeye çalıştık sanal dünyada özlerini. Çizdik kalınca bir çerçeve dünyalarına. O çerçevede bıraktık sınırlarını, sonsuz dünyalarını. Bırakmadık ki kendi dünyalarında ihtiyaçları ne var, ne istiyorlar? Bırakmadık ki asıl insanın özünü onlar barındırır dünyalarında…
Diyor ya Joel Spring: “ Oyun alanındaki mamul malzemeler oyunun kendisini yapılaştırma eğilimindedir ve yaratıcılık ya da deneye pek az yer bırakır. Bu anlamda özgür bir okul ya da özgür bir oyun alanı çocuğa yapısallaşmamış bir çevreyi yaşama fırsatı sağlayabilir.”
Peki bizler, çevreyi yaşama fırsatı veriyor muyuz çocuklarımıza? Özünü yaşatmalarına, özgürce yaşamalarına. Dört duvar olmuyor mu ki bazen bir evin odası, bazen bir okulun sınıfı, şimdilerde ise yapay bir ekran başı.
Der ya Jean Jacques Rousseau : “ Doğa çocukların büyüyüp adam olmadan önce çocuk olmalarını istiyor.” Bizler çocuklarımıza çocuk olma fırsatını vermeden onların adam olmalarını mı bekliyoruz?
Çocuklarımızın öz motivasyonlu, bağımsız, kendine güvenen, esnek, yaratıcı ve yetkin yaşam boyu öğrenen bireyler olarak yetişmesini istiyorsak var olan durumları fırsata çevirmek de bizim elimizde. Her çocuğumuz çocukluklarından zevk almak için yaşamlarında neşeyi, mucizeyi, ilhamı ve oyunu hak eder. Bunları deneyimlemelerine fırsat vermek de bizlerin ellerinde. Değer verdikleri, güçlendikleri, meşgul oldukları ve öğrenmeleri konusunda tutkulu oldukları yer çocuklarımızın özü olsun, doğa olsun. Büyümüş şehirler içerisinde uzaklaştırmayalım özlerinden onları. Hayata hazırlanabilmek için doğaya ihtiyaçları var. En doğal oyun arkadaşları bazen bir çamur olsun, bazen bir böcek, bazen ise bir kuş sesi olsun…