Bir çocuğun hayatının en parlak olması gereken yılları ne yazık ki artık kaygıyla, rekabetle ve belirsizlikle yan yana anılıyor. Türkiye’de eğitim denildiğinde akla ilk gelen şey hâlâ sınavlar. LGS, YKS, bursluluk sınavları, kurum içi değerlendirmeler… Sınav, bir ölçme aracı olmaktan çıkıp çocukların geleceğini belirleyen tek ölçüt hâline geldi. Öyle ki, bir öğrencinin akademik yönelimi, meslek seçimi hatta kendine duyduğu saygı bile çoğu zaman birkaç saatlik bir sınav performansına bağlanıyor. İşte bu yüzden, Türkiye’deki sınav odaklı eğitim sistemi yalnızca pedagojik bir mesele değil; toplumsal, psikolojik ve ekonomik sonuçları olan çok katmanlı bir dönüşümün adı.
Araştırmalar, sınav baskısının öğrencilerin psikolojik dayanıklılığını olumsuz etkilediğini açıkça gösteriyor. Türk Psikologlar Derneği’nin 2023 yılı raporuna göre, LGS ve YKS öğrencilerinin %62’si yüksek düzeyde performans kaygısı yaşıyor; %48’i uyku bozukluğu, %37’si ise özgüven problemleri bildiriyor. Eğitim bilimci G. Neill’in “yüksek-stresli sınavların bilişsel performansı daralttığı” yönündeki bulguları da bu tabloyu destekliyor. Dolayısıyla sınav kaygısı sadece bir ruh hâli değil, öğrenme süreçlerini doğrudan etkileyen bilimsel bir gerçek.
Bu tabloya bir de toplumsal baskı ekleniyor. Aileler, çocuklarının iyi bir lise veya üniversiteye yerleşmesini geleceğin garantisi olarak görüyor. Bu nedenle çocuklar, erken yaşlardan itibaren bir “yarış kültürü” içinde büyüyor. İlkokulda başlayan yarış, ortaokulda hızlanıyor ve lise yıllarında tamamen hayatın merkezine yerleşiyor. “Dershaneye gitmelisin, test çözmelisin, daha çok deneme yapmalısın” cümlelerinin arasında çocukların ilgi alanları, merakları, yaratıcılıkları çoğu zaman görünmez oluyor.
Bu baskının etkisi yalnızca öğrencilerle sınırlı değil; öğretmenler de bu kültürün içinde sıkışıp kalmış durumda. Temel eğitim düzeyinde bile öğretmenlerden beklenti, öğrenciyi “üst kademeye taşıyacak başarı ortalamasına hazırlamak.” Müfredatın yetiştirilmesi, kazanımların eksiksiz tamamlanması ve sürekli test pratiği, sınıf içi öğrenmenin doğallığını bozuyor. Eğitimci ANDREW MARTIN’in çalışmalarında vurguladığı gibi, sürekli performans odaklı öğrenme ortamları “motivasyon yorgunluğuna” yol açıyor. Bu durum, hem öğretmenin üretkenliğini hem de öğrencinin öğrenme isteğini derinden etkiliyor.
Türkiye’de sınav sisteminin bu denli baskın hâle gelmesinin bir diğer sonucu da öğrenmenin anlamını daraltmasıdır. Öğrenciler bilgiyi sadece test çözmek için öğreniyor, derinlemesine anlamaktan uzaklaşıyor. PISA 2022 sonuçları, Türkiye’de öğrencilerin ezber temelli sorularda görece başarılı, ancak üst düzey düşünme gerektiren sorularda dünya ortalamasının altında olduğunu gösteriyor. Bu da sınav kültürünün eğitimi ne kadar yüzeyselleştirdiğinin somut bir göstergesi.
Elbette sınavlar tamamen kaldırılabilir bir araç değil. Ancak sınavın eğitim sisteminin merkezine oturması, öğrencileri tek tip başarı ölçütüne göre değerlendirmek anlamına geliyor. Oysa çağdaş eğitim modelleri, öğrencinin gelişimini çok boyutlu değerlendirmeyi öneriyor. Örneğin, Finlandiya eğitim sistemi öğrencilerin yıllık gelişimini portfolyolar, proje çalışmaları ve öğretmen gözlemleriyle izleyerek çoklu değerlendirme araçlarından yararlanıyor. Kanada’nın Ontario bölgesinde ise ortaöğretim geçişleri yalnızca sınava değil, okul performansı, proje çalışmaları ve öğretmen geri bildirimlerine göre belirleniyor. Bu modeller, öğrenciye sadece tek bir andaki performansının değil, tüm öğrenme sürecinin değerli olduğunu öğretiyor.
Türkiye’de ise tek sınavlı modeller, öğrencinin akademik yönelimini belirlemede sınırlı kalıyor. Örneğin sanat, spor, bilişim veya teknik alanlara yatkın öğrenciler, sınav başarısı düşükse bu alanlara yönlendirilmekte zorlanıyor. Oysa bireyin mesleki yaşamındaki mutluluğu, yeteneklerinin doğru yönlendirilmesine bağlıdır. Eğitim bilimci Howard Gardner’ın çoklu zekâ kuramı, her öğrencinin farklı öğrenme ve üretme biçimlerine sahip olduğunu söylerken, bizim sistemimiz öğrencileri hâlâ matematik–fen–sözel bantlarına ayırıyor.
Veliler açısından da tablo düşündürücü. Birçok veli, eğitim sistemindeki belirsizlikler nedeniyle özel derslere, kurslara ve etüt merkezlerine yöneliyor. TÜİK verilerine göre 2023 yılında ailelerin eğitim harcamaları önceki yıla oranla %65 arttı. Bu artış, aile ekonomisini zorladığı gibi eğitimde eşitsizliği de derinleştiriyor. Sınav odaklı sistem, imkânı olan öğrenciler ile olmayanlar arasındaki başarı farkını artırarak fırsat eşitliğini zedeliyor. Eğitim sosyoloğu Pierre Bourdieu’nün “kültürel sermaye” kavramı tam da bu noktada önem kazanıyor: Ailelerin ekonomik gücü, eğitimdeki başarı şansını belirleyen en kritik değişkenlerden biri hâline geliyor.
Peki ne yapılabilir? Elbette sınavlar tamamen ortadan kaldırılamaz; ancak sınavların belirleyiciliği azaltılabilir. Çoklu değerlendirme araçlarının kullanılacağı, öğrencilerin ilgi alanlarına göre yönlendirileceği esnek bir geçiş sistemi oluşturulabilir. Portfolyo temelli ölçme, performans projeleri, yetenek sınavları ve alan odaklı değerlendirmeler bu sürecin bir parçası hâline gelebilir. Ayrıca öğretmenlere daha esnek müfredat alanı ve öğrenci merkezli öğretim yöntemleri için destek sağlanmalıdır. Eğitimde psikolojik danışmanlık hizmetlerinin güçlendirilmesi de sınav kaygısını azaltmada önemli bir adımdır.
Sonuç olarak, Türkiye’de sınav odaklı eğitim sadece çocukların geleceğini değil, toplumun geleceğini de şekillendiriyor. Öğrenmeyi başarıya değil meraka, yarışa değil gelişime, baskıya değil özgüvene dayalı hâle getirmek zorundayız. Çünkü gerçek başarı, bir sınav salonunda değil; çocuğun kendi potansiyelini keşfettiği, kendini güvende hissettiği ve öğrenmekten keyif aldığı bir eğitim ortamında başlar.
Eğer çocuklarımıza sınavlardan önce hayatı öğretmeyi başarabilirsek, eğitim sisteminin asıl amacına o zaman ulaşmış oluruz.

