Eğitimin takip edilemez çıktıları bulunur. Çıktı, kendi içerisinde eğitim-öğretim faaliyetinin formal (örgün) çatı altında gerçekleştirildiği naçizane yuvası olan okullardaki girdilerdir. Yani öğrencilerdir. Öğrenci eğitimin yapıtaşı ve aynı zamanda aldığı eğitimle çevresini olumlu yahut olumsuz olacak şekilde etkileyen başat unsurudur. Bu çocuklar aldıkları eğitimin niteliğine ve işlevselliğine bağlı olarak bir memleketi ileri seviyelere taşıyabileceği gibi toplumu ve tüm değerlerini, yaslandığı kolonları, sırtlandığı kazanımları, demokrasiyi ve hatta aileleri dahi batırabilir. Dibe çekebilir. Yükselen nesillerin paçalarından asılarak onları çamura bulayabilir. Veya bu öğrenciler zamanında sahiplenilerek yetiştirilmezse, devletin şefkat eliyle korunup büyütülemezse toplumun atlatacağı badireler daha da travmatik boyutlara ulaşabilir. Bunlar korkulası kâbuslardan yahut öcülü hikâyelerden alıntı değildir. Durumu anlayabilmek için şundan sadece 140 sene öncesine bakmamız yeterlidir.
Özünde ıslahat yapmaya çalışan Padişahlar ki bunlar içerisinde en öne çıkanı olan II. Mahmut ve ondan sonraki idari jenerasyon yenilikleri temellendirmediği için ve aynı zamanda sabit bir tabana oturtamadığı için devletin yenileşmeye ayırdığı güç yönetimi büyük ölçüde heba oldu. Hiç oldu, ziyan oldu. Mesela Öğretmen Selim Sabit Efendi’nin 1886’da Maarif Nezareti’ne sunduğu sınıf içerisinde sıra ve sandalye kullanımına yönelik raporu dönemin safsata yayıcısı olan ve köhnemiş fikirleriyle öne çıkan Cemalettin Efgani’nin ortalığı velveleye vermesi ve bağlantılarıyla ulemayı hararetlendirmesi sonucunda yaygın olarak sıra ve sandalye kullanımı 1890’lardan çok daha sonraya ertelendi. Cumhuriyet’in sınıf kazanımları içerisinde yerini ancak alabildi.
Öğretmen Sabit Efendi bu öneriyi çocukların metabolizma rahatlığı sonucu derslere daha iyi odaklanabilmesi için raporlaştırmıştı. Çömelerek ve buna bağlı bağdaş kurmak suretiyle gelen karın ve mide rahatsızlığı çocuklardaki dikkat katsayısını etkiliyor ve öğrenme kabiliyetini vücutsal huzursuzluk dolayısıyla sıkıntıya düşürüyordu. Selim Sabit Efendi’nin bu raporu yıllar sonra 1912’de geçmişi çok daha öncelere dayanan Le Jurnal d’edication’da (Fransa) bu konuya değinildi ve Fransa’nın muhtelif kasabalarında, Kuzey Avrupa’nın mezralarında bulunan öğretim yuvalarında bu metodun uygulanmasına karar verildi. Akabinde Ecole Normale Superieur’da öğretmenlik için Ferdinand Buisson’ın halefi olarak görev almak adına başvurular gerçekleştiren Pedagog Jules Payot’da bunu kullanarak öğrenci merkezli eğitim felsefesine öğrencinin öğrenmesini etkileyen materyaller konusunda bir tür geliştirme yoluna gitti. 1937’de kaleme aldığı La Faillite de l’Enseigment (Eğitimin İflası) eserinde “geç kalınmış reformlar” adıyla durumu daha da açıklığa getirdi. S. Sabit Efendi, Usul-ü Cedit adında açtırdığı okullarla birlikte Osmanlı’da modern eğitimin şartlarından biri olan çağdaş materyalleri kısa süre dahi olsa tatbik edebilen ilk eğitimci oldu. Bu okullarda Osmanlı’da daha önce hiç kullanılmamış olunan öğretmen masası, harita, yerküre ve cetvel ile okuma şeritleri ve heceleme kitaplarını da kullandı. Her biri ulemanın muhalefeti dolayısıyla tatbik edilememe tehlikesine uğradığı gibi bazı kasabalarda bulunan Usul-ü Cedit Mektepleri basılarak yerküreler ve haritalar imha edildi.
Bu okullar Gaspıralı tarafından Bahçesaray’da 1905’te kuruldu ve hayatına böyle devam etti. Osmanlı’da entelektüel yetiştirmek için projelendirilen okul yapısı Rusya’da geniş ve kaliteli bir entelijansiya ortaya çıkardı ve bu kitle SSCB’nin gıpta edilen Politeknik eğitim kurumlarını kurdu, yaygınlaştırdı. Bizde bu okullara olan ilgi ve destek artsaydı Osmanlı içerinden yetişecek olan aydın sınıf profilinin ne denli üretken kimlik kazanabileceğini siz düşünün.
Buna mukabil Osmanlı eğitim sisteminde reformist yaklaşımlar sınıf bazlı öğrenci yetiştirme metodolojisini, ekosistemini etkileyebilecek boyuttan çok daha uzaklara sürüklendi. Lâkin böyle bir reform ortaya atıldığı zamandan çok daha sonralarda gerçekleştirildiği gibi dönem içerisinde ulemanın rızası olmaksızın eğitsel hamlelerin yapıldığı bir ortam da esasında hiçbir zaman olamadı. Bütün bir çerçevenin içerisinde buna bağlı olunarak devlet içerisinde memuriyette ve muallim yetiştirme kurumlarında standardizasyon esnetilemedi. Bu da nitelikli ve niteliksiz çıktıların bölgesel faktörlere göre şekillenmesine, çağdaşlaşmakta zaman aşımına uğrayan ülkeyi şekillendirmesine, medrese içi ve dışı ulema etkisiyle oluşan mahalli ayaklanmalarda idari endişeye ve hatta güvenlik açısından denge çeşitliliği fazla bir ülke yönetimine doğru giden süreci başlattı. Ve bu serüvenin neticesinde biz Osmanlı Eğitim Sistemi’nin “mollalardan-kadılardan müsaade almaksızın gelişim göstermekten aciz olduğu” gerçekliği ile maalesef ki yüzleşmek zorunda kaldık.
Ahmet Paşa, Safvet Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Midhat Paşa, Selim Sabit Efendi ve Münif Paşa gibi zekâ küpü isimler ulemanın muhalefetine karşılık tek kaldıkları için koca, koca hayalleriyle birlikte hercümerç olmaktan başka çareleri kalmadı. En başta ifade etmek istediğim şekliyle bir ülkenin en değerli unsuru “öğrencileridir”. Çünkü öğrenci toplumsal gelişmede çevresel etkene sahip en nitelikli veya en niteliksiz cevher rolünü üzerinde taşır. Onları eğitmek, palazlandırmak, işlevselleştirmek için ortaya atılan formüller sahiplenilmedikçe, kulak ardı edildikçe bu konu özelindeki kaderimiz hiçbir zaman pek de farklı olmayacak gibi.
Sosyal Bilgiler Öğretmeni
Mertcan ABBASOĞLU