Eğitim, bir toplumun geleceğe yaptığı en temel yatırım ve bir bireyin potansiyelini keşfettiği en kutsal alandır. Bu alanın, keşif, merak ve güven üzerine kurulu olması beklenirken, ne yazık ki tarih boyunca ve modern sistemlerin çoğunda bir başka duygu tarafından domine edilmiştir: Korku. Sınavlardan kalma korkusu, otoriteden çekinme, akranlarca dışlanma endişesi ya da başarısızlık utancı… Bu korkular, çoğu zaman bilinçli bir yönetim aracı olarak kullanılır ve öğrenme sürecinin doğal akışını zehirler.
Eğitimde “Korku Yönetimi,” geleneksel olarak disiplini sağlamak, öğrenciyi yüksek performansa zorlamak ve itaati güvence altına almak için kullanılan sistematik baskı araçlarını ifade eder. Ancak bu yöntem, sadece geçici bir uyum sağlarken, kalıcı olarak yaratıcılığı, eleştirel düşünceyi ve en önemlisi, öğrenme sevgisini öldürür. Bir toplumu ileri taşıyacak olan eğitim sistemi, korkuyu bir araç olmaktan çıkarıp, güveni ve psikolojik güvenliği temel bir değer olarak kurumsallaştırmalıdır.

Yüksek Riskli Testler ve Kurumsallaşmış Performans Korkusu
Eğitimdeki korku mekanizmasının modern ve en yaygın biçimi, yüksek riskli testler ve performans baskısı üzerinden kurumsallaşmıştır. Öğrenme süreci, bilginin derinlemesine anlaşılması olmaktan çıkıp, merkezi bir sınavda başarılı olma yarışı haline gelmiştir. Bu sistem, öğrencilere sadece “başarısız olma” korkusunu değil, aynı zamanda “yetersiz kalma” ve “toplumsal beklentiyi karşılayamama” korkusunu da aşılar.
- Sınıflandırma ve Dışlama: Puanlar, notlar ve sıralamalar, öğrencinin değerini belirleyen nihai göstergeler olarak algılanır. Bu sınıflandırma, düşük not alan öğrenciyi sistemin dışına iterek, zaten var olan özgüven eksikliğini pekiştirir. Öğrenci, “Ne öğrendiğim değil, ne kadar puan aldığım önemli” mesajını alır. Bu da, riske girme ve bilmediği alana cesaretle adım atma yeteneğini engeller.
- Ezber Kültürü: Korku, en çok ezberi teşvik eder. Öğrenci, bilgiyi anlamaya ve içselleştirmeye odaklanmak yerine, sınavda sorulacak kısımları hızlıca hafızasına kazımaya çalışır. Çünkü sistem, hatayı ve keşfi cezalandırır. Oysa gerçek öğrenme, hipotez kurma, sorgulama ve başarısızlık üzerinden ilerler. Sınav korkusu, bu doğal döngüyü kırar.

Otoriter Disiplin ve Sorgulama Korkusu
Geleneksel eğitim sistemlerinde korku, genellikle öğretmen-öğrenci arasındaki otoriter disiplin ilişkisi üzerinden kurulur. Fiziksel cezanın geride kaldığı modern ortamlarda bile, korku, sözlü azarlama, alay etme, aşağılama veya sürekli eleştiri biçimini alarak varlığını sürdürür.
Öğretmenin mutlak otorite figürü olduğu bir ortamda, öğrencinin merakı tehlikeli hale gelir. Bir öğrenci, anlamadığı bir şeyi sormaktan çekinir çünkü sorusunun “aptalca” bulunmasından veya öğretmenin sabrını taşırmasından korkar.
- Susturulan Merak: Öğrenme, temel olarak soru sormayı gerektirir. Eğer bir sistem, öğrencileri “uslu” olmaya, sessiz kalmaya ve pasif bir şekilde bilgiyi almaya teşvik ediyorsa, o sistem yaratıcılığı ve yenilikçiliği bilinçli olarak boğuyor demektir. Korku, öğrencinin sadece sesini değil, zihninin en derin, en özgün köşelerini de susturur.
- “Doğru Cevap” Takıntısı: Otorite korkusu, öğrencileri “doğru” cevabı bulmaya takıntılı hale getirir. Bu, keşfetmeye ve deneyselliğe dayanan bilimsel süreci tamamen reddeder. Öğrenci, keşfetme hazzı yerine, hata yapmama stresiyle hareket eder.

Akran Korkusu ve Sosyal Güvenliğin Çöküşü
Eğitimdeki korku, sadece kurum veya otoriteden gelmez; akran ortamında da güçlü bir şekilde kurumsallaşır. Akran baskısı, zorbalık ve sosyal dışlanma korkusu, özellikle ergenlik döneminde, öğrencinin psikolojik güvenliğini tamamen ortadan kaldırabilir.
Dijital Panoptikon çağında, bu akran korkusu yeni bir boyut kazanmıştır. Sosyal medyada bir hata yapmak, yanlış bir görüş belirtmek veya başarısız olmak, hızlı ve acımasız bir dijital utanç (shaming) mekanizmasını tetikleyebilir. Birey, sadece okul duvarları içinde değil, sanal ortamda da sürekli olarak yargılanma korkusuyla yaşar.
- Kimlik Gizleme: Farklı veya aykırı olma korkusu, öğrencileri kendi gerçek kimliklerini ve ilgi alanlarını gizlemeye zorlar. Homojen ve kabul edilebilir davranış kalıpları dışında hareket edenler dışlanma riskiyle karşı karşıya kalır. Gerçek potansiyel, toplumsal kabule uyma çabası altında ezilir.
- Öğrenme Motivasyonunun Kaybı: Zorbalığa veya sürekli yargılanmaya maruz kalan bir öğrencinin, bilişsel kaynaklarının büyük bir kısmı kendini korumaya ve savunmaya harcanır. Enerjisi tükenen bu öğrenci, ders içeriğine odaklanmakta zorlanır ve öğrenme motivasyonu ciddi şekilde düşer.

Korku Yönetiminden Güven İnşasına: Dönüşümün Yolları
Eğitim sisteminin, korku yönetimini terk edip, güven kültürüne geçiş yapması elzemdir. Güven, öğrenmenin filizlendiği topraktır.
- Psikolojik Güvenlik: Öğrencinin kendini yargılanmış hissetmeden soru sorabileceği, fikirlerini dile getirebileceği ve hata yapmaktan korkmayacağı bir sınıf ortamı yaratılmalıdır. Öğretmenler, “hata”yı bir başarısızlık göstergesi değil, öğrenme sürecinin doğal bir parçası olarak yeniden çerçevelemelidir. Hata, eleştirilmek yerine analiz edilmeli ve kutlanmalıdır.
- Restoratif Adalet ve Empati: Cezalandırıcı disiplin anlayışı yerine, restoratif adalet modeline geçilmelidir. Bu model, kural ihlallerinde odak noktasını “Kimin suçu var?” sorusundan, “Kim incindi ve bu zararı nasıl telafi edebiliriz?” sorusuna kaydırır. Bu yaklaşım, empatiyi artırır, sorumluluk bilincini geliştirir ve korku yerine içsel motivasyonu temel alır.
- Değerlendirmede Farklılaşma: Yüksek riskli, tek seferlik sınavlar yerine, öğrencinin gelişimini sürekli olarak takip eden, çeşitli değerlendirme yöntemleri (portfolyo, proje tabanlı öğrenme, akran değerlendirmesi) kullanılmalıdır. Bu, not kaygısını azaltır ve öğrenme sürecine odaklanmayı teşvik eder.
- Öğretmen Eğitimi: Öğretmenler, güçlerini bir otorite aracı olarak değil, bir rehberlik aracı olarak kullanma konusunda eğitilmelidir. Sınıfın demokratik bir alan, işbirliği ve karşılıklı saygının hâkim olduğu bir topluluk olarak yönetilmesi esastır.
Sonuç
Korku, uyum yaratır; ancak uyum, bir eğitim sisteminin varabileceği en düşük noktadır. Korkuyla yönetilen bir toplum, sorgulamayan, risk almayan ve pasif bireyler üretir. Oysa 21. yüzyıl, yaratıcılığın, problem çözme yeteneğinin ve eleştirel düşüncenin en büyük sermaye olduğu bir çağdır.
Eğitimde korkunun kurumsallaşmasına son vermek, sadece öğrenci başarısını değil, aynı zamanda toplumsal gelişimi de garantilemek demektir. Öğrenme, korkunun olmadığı yerde başlar. Eğitimin gerçek amacı, bireyleri itaat etmeye zorlamak değil, onlara cesur olmayı, meydan okumayı ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için kendi seslerini kullanmayı öğretmek olmalıdır. Bu dönüşüm, öğretmenlerin ve ebeveynlerin çocukların eline not defterleri yerine, merakın ve güvenin anahtarını vermesiyle başlayacaktır.

