Herkese Merhaba,
“Yaratıcılık yokluktan doğar.” :)
Neden mi?
Çocukluğumda herkesin bir görevi olmasından ziyade herkeste birbirine yardım etme dürtüsü vardı. Bu belki ailesel faktörler doğrultusunda herkese göre değişebilir. Benim yetiştiğim aile modelinde yardımlaşma rolü ön plandaydı. Herkes bir işin ucundan tutardı. Bu iki yaşında bir bebek de olsa biri bir şey yaparken gördüğü anda kalkar yardım etmeye çalışırdı. :) Gör, model al, uygula, öğren… :)
Babaannem inek sağmaya gittiğinde peşinden ayrılmazdım. İneklerden korktuğum halde oturup ineğin memesini tutar, süt sağmaya çalışırdım. Tarlada çalışan işçilerimiz tütünü toplar, dizmeye geldiğinde damda yanlarına oturur, bir iğne ister ve ben de eşlik ederdim büyüklerime. Babaannem “Aman dikkat et eline batmasın.” der, tutuşunu gösterir elime tekrar iğneyi geri verirdi. Aynı şu anki aileler gibi… Dokundum yaptım. :) şimdi aman batar dokunma, aman ellerin çamurlanır elleme toprağı… Ah ah ki ne ah!
Oyuncak bebeğim çok sonra oldu. Oyun olarak tercih ettiğim şey, tarlalarda dolaşmak ve merak ettiğim her bir otun özelliğini babaanneme sorarak öğrenmekti. Bir gün kantaron çiçeği toplamam için beni ormana gönderdiler. Çünkü ilaç yapılacaktı. Orman ıssız ve sessiz. Ama sorumluluk alma zamanı gelmişti. Tek başıma bir işin ucundan tutma zamanıydı. Tuttum koca ormanın yolunu. Çiçeği buldum, topladım ve yanımda bir hasta karga ile eve döndüm. ormana kuş lastiğimle gitmiştim :) Bir dal bulmuştum V şeklinde hemen ucuna lastiği bağladım önlemimi almıştım. Eee en korunaklı şey.
Çocuk içgüdüsü, giderken korkuyorsun ve yanında her ihtimale karşı kuş lastiğini götürüyorsun. Bir taraftan da elimde sopam :) Çocukluk işte. Kargayı sorarsanız bacağı sakattı bir hafta balkonda baktık ve sonra iyileşince gökyüzüne bıraktık. Bakımı yine benim sorumluluğumda… Çünkü neden? Ben buldum ve eve getirdim. Nasıl bakılacağını sorarak öğrendim ve yapmam gerekeni yaptım. Yaşım mı? Altı o zamanlar. Düşünüyorum, sizi çok da sıkmak istemiyorum.
Yazmakla bitmez. Çünkü köy yaşamında oyunlar, aktiviteler sınırsız renkli… O küçücük yaşta ne oyunlar kafamızdan bulur, oynar ve çokça eğlenirdik… İnek sağmak bile bizim için bir oyun, kovanın dibi delik, tarlaya su yetişmesi lazım ne yapmak gerek derken, hopp bir yaratıcılık, anında çözümler gelir. Bize mi kalmış canım ekinlere su taşımak. Deli bir şeydik :) Bu yaptıklarımız bize iş olarak gelmezdi.
Zaman zaman öğretmenlik hayatımda okulda “Yaratıcısın” dendiğinde alay ediyorlar diye düşünürdüm. Dünyayı yeniden keşfe çıkmamıştım. “Yahu bunu yapmak, bu çözüme ulaşmakta ne var?” diye düşünürken aklım bana, yetiştiğim ortamın ne büyük getirileri olduğunu fark ettirdi. Teknolojiye uzak yaşamak, hele bu, bir de doğal bir ortam, benim yaşadığım gibi köy denilen yerse, hayattan hiç sıkılmamayı ve üzerine katmayı öğretiyor size! Zamanın getirdiklerinin farkındayım. O zaman öyleydi… Onun da farkındayım. Eskiye geri dönemeyiz. Doğru. Ama şimdi de bırakın yapsınlar, sorumluluk hissini hissetsinler, çözüm üretsinler, fırsat verin, merak etsinler, zorlansınlar….. Biz en büyük hatayı, onları düşündüğümüzü sanarak onlardan önce onların hayatına yön verme ya da yardımcı olmaya çalışma ya da “Ama söylemeseydin kaza yapacaktı.” düşünceleriyle yapıyoruz. Hepsi düşünmekten aslında… Bitmez…
Ormanda, doğal yaşamda ders işlerdik, işleyelim yine, bunun için kimi okullar “orman okulu ” başlığında atılımlar yaptılar… Canım öğretmen arkadaşlarım, çocukların uygulayarak öğrenmelerine ortam oluşturmakta en büyük destek bizleriz!
Bir çocuk doldurulacak bir vazo değildir, o yakılacak bir ateştir.
François Rabelais
Ateşi yakmalarına müsaade edelim.
Sevgiler, :)