Pandemi sürecinde hemen herkesin dilinde olan ve neredeyse her platformda sıkça karşılaştığımız ‘artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ kâşifleri(!) için şaşırtıcı gelebilir. Ancak uzun zaman önce başlayan ve kaçınılmaz olan değişim, keşif sayılamayacak kadar eski aslında. Tabi ki salgının ve salgında yaşananların bu hıza ivme kattığı yadsınamaz bir gerçek. Salgın öncesinde de var olan ancak konfor alanımızın keyfini doya sıya çıkarma pahasına umursamaz davrandığımız bir takım gerçekler salgın döneminde farkındalık seviyemizi üst seviyelere çıkardı.
Sınav gününden bir gece önce panikle ve ne yapacağını bilmeden ders çalışan(!) bir öğrenci gibi sonraki belirsizliğe hazırlıksız yakalanmamak ve hayatın doğal akışını yakalamak adına yapılması gerekenleri birçok alanda ele alabiliriz. Bu birçok alandan üzerine değerlendirme yapacağımız alan ise eğitim. Eğitimi ele alırken de Winston Churchill in ‘iyi bir krizi asla ziyan etmeyin’ sözünden hareketle pandemi sürecini yapısal değişikliklerin başlangıcı olarak değerlendirmeliyiz.
Eğitimin kavram olarak tanımı farklı kaynaklarda farklı kelimelerle yapılsa da, bu tanımların ortak noktaları, eğitimin istenilen yönde değişiklik sağlamasını amaçlaması ve geleceğe yönelik olmasıdır. Dolayısıyla mevcut eğitim sistemlerimizde istenilenin ve amaçların ne olduğunu, gelecekteki ihtiyaçlarımızı karşılayıp karşılamayacağını tartışmaya başlamak eğitim konusunu ele alırken temel sorularımızdan biri olmalı. Daha net sormak gerekirse sanayi devrimi ile birlikte endüstriye ve üretim hattı modeli için benimsediğimiz eğitim sistemine devam mı etmeliyiz yoksa ziyan edilmemesi gereken bu krizi fırsata çevirip yeni modeller ve metotlar üzerine mi yoğunlaşmalıyız? Mevcut eğitim sistemleri dünyada da ağırlıklı olarak benzer yöntem ve metotlarla ilerlerken bizi daha geride tutan alışkanlıklar ve ezberleri de ayrıca değerlendirmemiz ve yine önümüzdeki fırsatı kaçırmamak için yoğunlaşmalıyız.
Peki, bizi gelecek yarışında farkında olarak ya da olmayarak geride bırakan ezber ve alışkanlıklarımız nelerdir. Acil koduyla müdahale etmek zorunda olduğumuz ve doğru bildiğimiz bu yanlışları 3 başlık altında toplayabiliriz.
Bunlardan ilkini OECD ülkeleri içerisinde ülkemiz dışında hiçbir ülkede olmayan ardışık uzun tatil süreleri olduğunu söyleyebiliriz. 1930’lu yıllarda nüfusumunuz yaklaşık %90’ı tarımla uğraşırken ardışık 3 aylık tatil süresi anlaşılırken, tarımla uğraşan nüfus oranının neredeyse çift hanelerin altına indiği bir dönemde makul olmadığı aşikârdır.
Bir diğer alan ise nitelikli okul öncesi eğitiminin zorunlu eğitim süresinin içerisinde mutlaka yer alması gerekliliği. Ülkemizde bu alandaki farkındalık çalışmalarına öncülük eden Prof. Dr. Selçuk Şirin’in her platformda dile getirdiği gibi aynı lige hazırlanan çocuklarımızın maalesef maça yenik başlamalarının sebeplerinin başında okul öncesi eğitimin nitelik olarak da nicelik olarak da yetersiz olması. Okul öncesi eğitimin önemini kavramak zorundayız. Bu önemin sözde kalmaması adına da mutlaka zorunlu eğitim takviminin içerisine alınmalı ve çıktıları takip edilmelidir. 12 yıllık zorunlu eğitim süresinin pandemi sürecinin sonunda detaylarıyla yeniden ele alınması gerekliliği de üzerinde durulması gereken ayrı bir konu. Ülkemizdeki eğitim sistemi 12 yıl ve üzeri süre eğitim-öğretim sağlarken elde edilen öğrenme çıktısı ise 8,9 yılda alınması beklenen çıktıya denk. Dolayısıyla 12 yıllık zorunlu sürenin ve bu sürede yer almayan okul öncesi eğitiminin de dâhil edilerek yapılacak yeni değerlendirmeleri pandeminin eğitim sistemimize olası katkıları olarak görebiliriz.
Üçüncü olarak acil müdahale etmemiz gereken alanlardan biri ise eğitim hayatının sonuncunda doğal beklenti halini alan iş hayatına doğrudan katılım. Beklenti ne kadar doğal olsa da işsizlik rakamları bu beklentinin çok ötesinde. Neredeyse her 3 gençten biri işsiz. Eğitim almadıkları için mi? Hayır. Yüksek eğitimli işsiz sayısı da zirve yapmış durumda. Mezuniyetle birlikte diploma sahibi olan ancak meslek sahibi olamayanların sayısı her geçen gün artıyor. Beceri ve yetkinlik kazandırmanın ötesinde yalnızca diploma endeksli sistem ‘fırsat’ diye adlandırdığımız genç nüfusumuzun ‘tehdit’ olmasına dahi yol açabilecek durumda. Yükseköğretimde yaşanan ‘üniversite sana diploma verir ama beceri kazandırmaz’ algısını daha erken eğitim dönemlerinde yetkinlikler üzerine kurgulanacak bir sistemle diplomanın ikincil, beceri ve yetkinliklerin ise birincil kazançlar olmasına odaklanacak yeni sistemler için daha fazla gecikmeden harekete geçebiliriz. Aksi takdirde son zamanlarda haklarından sıklıkla bahsettiğimiz Z kuşağı başta olmak üzere gelecek nesiller iş sağlamayan, hayat kalitesini arttırmayan ve beceri kazandırmayan eğitim hayatını sorgulayacak ve belki de vazgeçme hakkını kullanarak alternatiflere yönelecektir. Ayrıca merak ve keşif duygusundan arındırılan, yalnızca müfredat odaklı bir sistemin çıktısı bugünkü sonuçlarıyla sorgulanmaya mahkum olacak ve pandemi de ziyan edilmiş bir kriz olarak tarihteki yerini alacaktır.