Aslında bu süreçte birkaç kitap okusam da odağımda hep “Çalınan Dikkat” oldu…
Neden Odaklanamıyoruz?
Yaklaşık dört aydır okuduğum bu kitap hakkında uzun uzun yazmak istiyorum şimdi…
Kitaba Ağustos gibi bir heves başladığımda bi twitt atmıştım hatta, çok ilgimi çekti, bitirince bu kitap hakkında bi kaç bi şey yazmak istiyorum diye…
Başladığım gün, üç beş saat çok da bil-mediğim hızlı okuma yöntemlerini de dahil ederek inceledim ve sonra bıraktım, detaylı okumak için gözümün en önüne…
Aslında bu süreçte birkaç kitap okusam da odağımda hep “Çalınan Dikkat” oldu. İlk bölümü okudum, birkaç sayfa not aldım, sonra bir iki bölüm daha okudum birkaç sayfa daha not aldım falan derken uzun bir okuma süresi oldu benim için.
Kitapla ilgili notlardan ziyade, kitapta anlatılanların “ben neresindeyim” ülke olarak “ biz neresindeyiz” sorgusuna yönelik notlardı daha çok aldığım. Çünkü aslında hepimizin ya da pek çoğumuzun dikkat ve konsantrasyonla ilgili ciddi sorunlarının olduğunu düşünüyorum ben de Johann Hari gibi.
Sadece sosyal medya etkeni değil tabi ki, zihinler çok dolu, çevresel uyaranlar çok fazla, neyle meşgul olursak olalım sürekli odak noktası değişmek zorunda kalıyor. Ben de bu sorunu özellikle son yıllarda çok yoğun yaşarken, kendimce önlemler almaya çalışsam da uzun süreli konsantrasyon konusunda daha da kötüye gittiğimi hissediyorum.
Uzun süreli hiçbir eylemi sürdürememe, hatta uzun süreli dinleyememe, oturamama, uyuyamama, dinlenememe, iş bitirememe, motive olamama ve sürekli dağılan dikkatten çok sürekli kafa karışıklığı kronik bir sorun olmaya başladı bende. O nedenle kitabı okurken önce kendime nerede çare bulurum diye fazlasıyla daldım satırların içine… Ve kitabı bitirdiğimde kendime aldığım notlarla birlikte biraz ön taahhütler oluşturarak biraz daha çeki düzen verme zorunluluğu hissettim açıkçası… En azından şimdilik… En azından kendimce dağılan dikkatimin farkına vardığımda biraz daha zihin gezinmelerini serbest bırakmaya çalışıyorum…
Kitapta çocuk ya da yetişkin fark etmeksizin genel popülasyonda ciddi bir sorun olarak ele alınıyor dikkat ve odaklanma meselesini. Dikkatimiz bir biçimde çalınıyor ve çoğunlukla hiç fark etmeden yapılıyor bu iş…
Kitap uzun araştırmalar ve bilim insanlarıyla yapılan görüşme notları üzerine desteklenerek, yazarın kendi yaşam düzlemi üzerinde örneklemeleriyle hazırlanmış, hem çok düşündürücü hem de farkındalık uyandıran etkili bir araştırma olmuş…
Çalınan Dikkat
Johann Hari, kendisinin de odaklanma becerisinin zayıflaması üzerine ve 15 yaşındaki vaftiz oğlunun artan dijital bağımlığına çözüm aramak için Elvis Presley’nin yaşadığı yerleri gezerken, çevresel gözlemlerle kendi hislerini anlatarak başlıyor kitaba. Geziye gitmeden önce telefon- tablet kullanmama sözü vermelerine rağmen bunu başaramamaları ve oradaki turistlerinde ellerinde iPadlerle neye baktıklarının aslında hiç farkında olmadan dolaşmaları karşısında konuyu araştırmaya başlıyor.
Oğlunu bir süre dijital ekrandan uzaklaşsın diye bir şeyler yapmaya çalışırken, herkesin ekrana takılı kaldığı ve kendinin de anı yaşama becerisini aslında kaybettiğini ve bu durumdan nefret ettiğini ama bundan bir kaçış olmadığını fark ediyor. İlk olarak Prof. Baumeister’ le yaptığı görüşmede (Prof, irade gücü ve disiplin konusunda araştırmacı, yazar) onun bile dikkat ve konsantrasyon konusunda sorunlar yaşadığını öğrenince, dünyanın farklı yerlerindeki bilim insanları ile görüşmeler yaparak, bilimsel olarak dikkat becerilerinin neden zayıfladığına dair araştırmalara başlıyor.
Özellikle son 20-30 yıldır dikkat becerilerinin giderek azalmasının, krize neden olacak bir tehlike olduğunu düşünüyor. Çünkü yapılan araştırmalarda ortalama bir üniversite öğrencisinin 65 sn de bir odağının değiştiği bulunurken ofiste çalışan yetişkinlerin de tek bir işle ortalama üç dk meşgul oldukları ve dikkatlerinin dağıldığı gösteriliyor. Yazar Miami’den Moskova’ya, Montreal’den Melbourn’ e kadar 250’den fazla uzmanla görüşmüş, birbirlerinden çok uzak yerlerdeki bilim insanlarının yaptıkları çalışmalar ve gözlemleri sonucunda dikkat becerilerinde ciddi düşüş olduğunu görmüş.
Dikkat zayıflamasına neden olarak pek çok etkenin bulunduğu, bunun kişisel bir sorun değil toplumların sorunu olarak bakılması gerektiği; dikkatimiz üzerine her gün asit boşaltılan bir sistemde yaşadığımızı detaylandırıyor bize… Ve dikkatimize zarar veren 12 derin sorun olduğunu tespit ederek aktarıyor. Kitap bu 12 nedeni 14 bölüm halinde sunmuş hatta “Dikkat İsyanı” sonuç bölümünü de sayarsak 15 bölümden oluşuyor diyebiliriz…
Geziden döndüklerinde kendisini çok sorguluyor Hari. Kitap okumakta zorlandığı ve daha disiplinli olması konusunda kendisi için de bir şeyler yapması gerektiğine karar veriyor. Ve tükenmişliğin eşiğinde üç ay tamamen telefondan ve dijital dünyadan uzak, okyanus kıyısında küçük bir kasabada bi nevi zihin detoksu yapıyor; konu üzerine uzun uzun düşünüyor, hem çevresel hem de iç gözlemler yapıyor. İlk iki hafta zorlansa da sonraki günler yavaşlık, sakinlik ve odaklanma becerisindeki iyileşme hissi ona iyi geliyor.
Bu bölümde Sune Lehmann’ın araştırma bulgularına dayanarak kollektif dikkat dağınıklığının son yıllardaki artışını aktarıyor. Twitterdaki gündem konularının da zaman içinde ne kadar az sürede gündemde kaldığı, konuşulma süresinin azaldığı istatistiki bilgilerle paylaşıyor. Bilginin çok hızlı sunulması, sürekli gündemin değişmesi ve çok fazla enformasyonla boğuluyor olmamız dikkatimizi kısaltan etmeklerden biri olarak gösteriliyor.
Hızın artmasının derinliği azalttığını, derinlik ve yaratıcılık için dikkat gerektiğini, hızın bize kutsanacak bir şey olarak sunulsa da yavaşlığın dikkat becerimizi beslediğini vurguluyor. Ayrıca hızlı okumak üzerine de “ne kadar hızlı okuyorsak o kadar az şey hatırlarız, insanların enformasyonu özümsemede bir üst sınırının olduğu, bu bariyeri aşmaya çalıştığımızda anlama kabiliyetinin düştüğü” gerçeğini hatırlatıyor. Hızlı okuyan ya da o şekilde reklamı yapılanların aslında uzun ve karmaşık metinlerden uzak kaldığı daha hızlı okuyacağız derken daha az şey özümsediğini belirtiyor. Diğer taraftan gerçek anlamda tek bir şeye odaklanıldığı, beyin anda sadece bir veya iki düşünce üretebildiği, birkaç şeyi düşünme becerisi diye bir şeyin mümkün olmadığını söylüyor.
Aynı anda çoklu görevler dikkat becerilerisini aşındırıyor. Özellikle görevler arasında gidiş gelişlerin hem sürekli dikkati dağıttığı hem de bir görevden diğerine geçerken anlamayı-düşünmeyi-hatırlamayı zamansal anlamda uzattığını “düşünmekle değil de işler arasında geçiş yapmakla geçirdiğimiz zaman, beynin işlem zamanını boşa harcaması oluyor” diyor. Dikkat dağınıklığının ayrıca QI seviyesinde ciddi düşüşler yarattığı, görevler arasında gidip gelirken hata yapmayı arttırdığı özgür ve yaratıcı düşünceler oluşturma şansını azalttığı, deneyimlerimizin hatıralara dönüşmesi için zihinsel alan ve enerji gerektirdiğinden hatırlama ve öğrenme hızının da azaldığı vurgulanıyor.
Ve bu çok ciddi bir tehlike…
Yani birkaç şeyle meşgul olmak çok sıkıntı özellikle bir işle meşgulken sürekli dikkat dağıtan sosyal medya uyaranları buna neden gösteriliyor…
İkinci bölüm “Akış Halinin Ketlenmesi” kısmına, kasabadaki günlerinde dijital dünyadan uzaklığın yarattığı etkilerini, kendi sosyal medya yoksunluğunu anlatarak başlıyor. Sosyal medyadaki sanal beğenileri ve takipleri Skinner’ın pekiştireç teoremiyle ilişkilendirerek insanları nasıl etki altına aldığı kendi ruhsal süreçleri üzerinden işliyor. Skinner’ın ödül sistemine karşılık Mihaly Csikszenthalyi’nin akışta olmanın getirdiği hazzın kalıcı anlar oluşturduğu ve önemli olanın da hayatı akışta kalarak yaşamak gerektiği belirtiyor.
Akışta olmak için tek hedef seçilip, hedefin anlamlı olup ulaşılabilir olması üzerinde durarak fazla akış deneyimi yaşamanın uzun süre odaklanmamızı ve bundan keyif almamızı mümkün kılacağını savunuyor. Ekrana bağlı olmanın yavan bir şey olduğu, “etrafımız hayret verici olaylarla çevriliyken çoğumuz sıkıntı ve muğlak duygusu içinde kalmaya devam ediyoruz” diyor. Dikkat dağınıklığından kurtulmanın en etkili yolunun akışı bulmak, dağınıklığı yaratan unsurları temizleyip yerlerine akış kaynakları koymamız gerekiyor diyor.
“parçalanma sizi küçültüyor, yüzeyselleştiriyor, asabileştiriyor. Akış ise derinleştiriyor, büyütüyor sakinleştiriyor. Kendime şu soruyu sordum: yavan ödüller için dans ederek dikkat becerisini körelten Skinner güvercini mi olmak istiyorsun, yoksa Mihaly’nin sahiden önem taşıyan bir şey buldukları için konsantre olabilen ressamları gibi mi?”….
Üçüncü bölümde dikkat dağınıklığının fiziksel zararlarından bahsederken, uykunun önemi üzerinde çok detaylı duruyor. Uzun süren uykusuzluk hallerinin zihni bitkin düşürdüğü, odaklanma ve dikkat sorunlarına yol açtığı, bilişsel yetileri nasıl tahrip ettiğinden bahsediyor. Ayrıca son yıllardaki uyku eksikliğinin biyolojik olarak hiperaktiviteyi tetiklediği ve bunun da konsantrasyon sorunlarına yol açtığını nörolojik pek çok araştırma sonuçlarıyla destekleyerek sunuyor. “Batı toplumunda bir miktar dehb arttı çünkü hepimiz uyku sorunları yaşıyoruz”
Yine dördüncü bölümde uzun süreli okuma alışkanlığının bu süreçte nasıl azaldığını istatistiklerle açıklıyor. Amerika’da elde edilen veriler üzerinden 2017 yılında günde 17 dk kitap okunurken telefonla geçirilen sürenin 5,4 saat olduğu ve bunun pek çok ülkede de benzer olduğu gerçeğini basılan ve yayımlanan kitap istatistikleri üzerinden veriyor. Bu bölümde gittikçe büyüyen dikkat krizine artık tüm ülkelerin eğilmesi gerektiği de tartışılmaya başlanıyor. Yatay ve dikey okumanın anlama üzerine etkileri ve ilkokul döneminde bile anlamlı okuma becerilerinin zayıfladığı aktarılıyor. Facebook, twitter, instagram ve youtube’ın gerçek sosyallik sağlamadığı yapay bir alanda insanları sadece sayfada tutmak üzerine küresel ekonomik boyutta çalıştıkları, yine bu alanların gerçek insan ilişkilerini nasıl baltaladığı, empatinin yok oluşunu vb etkileri pek çok uzmanın görüşleriyle destekleniyor.
Beşinci bölüm -ki benim üzerine en çok düşündüğüm bölüm oldu- zihin gezinmeleri kısmında odaklanmayı spot ışığı kavramı dışına alarak dikkatimizin sürekli bir yerlerde olması ve kesintiye uğramasının kötü sonuçlarından bahsediyor. Zihin gezinmeleri ve serbest düşünme zamanları için kendimize yer açmadığımız zaman bunun bizim yaratıcılığımızı nasıl olumsuz etkilediği tartışılıyor.
Ve altıncı bölümden itibaren bizi yönlendiren, takip eden bir teknoloji alt yapısıyla bireysel bazda vereceğimiz mücadelenin yetersizliği, ne yaparsak yapalım sadece bireysel iyi oluş halinin bizi kurtaramayacağı, bunun için tarihte tüm yasal hakların nasıl sivil mücadelelerle kazanıldı ise bu konuda da toplumsal bir duyarlılık ve baskı oluşturarak teknolojik alt yapının mutlak surette değiştirilmesi gerektiği bölüm bölüm anlatılıyor. Özellikle Silikon Vadisinde çalışma yapmış pek çok mühendisin de görüşleri paylaşılarak muazzam istilacı kuvvetlerle mücadele edilmesi gerektiğinin altı çiziliyor.
Küresel sistemin zihin denetimi üzerine nasıl çalıştığı, nasıl takip altında tutup bizi teknoloji kölesi haline getirdiği ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan bireysel duygu durum bozuklukları ile histerik sorunların bizi ne hale getirdiğinden bahsedilirken herhangi bir yasal düzenleme ve etik ilkelerin kullanılmayışının ilerleyen boyutta toplum olma yapısını tamamen değiştireceği tehlikeleri muhteşem şekilde anlatılıyor…
“Dünyanın dikkati giderek daha fazla dağılıyor” diyor. İnsanların hayatlarına her gün sayısız kesintiler sokuyoruz. Teknolojiyi daha iyileştirici, stresi azaltıp huzuru aktive edici şekilde tekrar yapılanması gerektiğini, teknolojinin amacının bizi insanüstü hale getirmek değil insanlığımızı güçlendirmek için kullanılması gerektiğini savunuyor. Bizi parçalayıp hırpalayan, bozan, saldırgan hale getiren sistemler yerine iyileştiren barıştıran, buluşturan sistemler tasarlamanın önünün açılması gerektiğini vurguluyor. Gözetim kapitalizminin bir an önce durdurulması için yapılacak toplumsal mücadele savunuluyor. Özellikle siyasiler üzerinde toplumsal baskı kurularak tehlikenin toplum genelinde algılanmasını sağlamak gerekiyor.
“Toplumsal bir dokuya ihtiyacımız var, toplumun toprağı çürüdüğünde neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz”…
Sekizinci bölümde zalim iyimserlik diye bir kavram var ki çok dikkat çekici bir kavram bu…
Teknolojiye bağlı yaşanan pek çok sorunu, bireylerin üzerine atarak onları suçlamak yani obezite, depresyon, bağımlılık karşısında insanların kendilerinin çözüm üretmesini, üretmiyor iseler suçlu olduklarına inandırılan yapay bir sistemden bahsediyor..
Stres örneği verilmiş; yaşanılan şartlarda pek çok stres faktörünün çeşitli basit tekniklerle insanların çözmesi bekleniyor oysaki yaşam koşulları insani olmayan şartlarda yaşamaya zorlanan insanların bu sorunları çözemeyişinin gayet insani olduğu vurgulanıyor. Zalim iyimserlik ilk bakışta nazik ve iyimser görünürken çok çirkin ve artçı etkileri olan kavram olduğu açıklanıyor. Bizi delirtmek için tasarlanan dünyada kendimizi suçlamak yerine daha insani ve yaşanabilir teknolojik sistemler için mücadele etmek zorundayız. Yine obezite ve diyet konusunda sağlıksız dayatılan besinler nedeniyle insanlardan diyet-spor yapıp sağlıklı kalması beklenirken hazır gıda endüstrisi, kirli çevre ve çarpık şehirleşmenin yarattığı olumsuzluklarla bireysel mücadele etmek mümkün olmuyor. Bu şartlarda sağlıklı gıdaya ulaşım daha sağlıklı yaşam alanları tahsis etme noktasında baskılar oluşturulması gerektiğini söylüyor.
Onuncu bölümde artan DEHB vakaları durumu gözler önüne serilmiş. Sıkıştırılmış yaşam koşulları en çok çocukları etkilediği , çocuklara verilen uyarıcı ilaçlar ve bunların ileriye dönük sonuçlarının neler olabileceğini okurken düşünüyor insan,,
“ne kadar çok çocuğa DEHB tanısı konulup ilaç bağımlısı yapıyoruz” diye..
Bu bölüm çok kritik, bir çok doğru bildiğimiz yanlışı da araştırmacıların görüşleriyle açıklıyor. DEHB sanki biyolojik bir sorunmuş gibi yaklaşılmasının yanlışlığı ve hayvanlar üzerinden de kullanılan pek çok ilacın bu alanda çözüm sağlanasının beklendiği, bu konunun çevresel bazda tekrar tekrar gözden geçirilmesi gerektiğinin altı çizilerek bu alanda çalışan uzmanların görüşlerine çok detaylı yer verilmiş.
Ve yine on birinci bölümde hız ve bitkinlik ilişkisi vurgulanırken hızlanmanın iyi bir şey olmadığı, bizi tüketen gerileten bir durum olduğu, çok uzun saatler çalışmanın verimsizliği ve insan üzerinde yarattığı stres etkileri paylaşılmış. Daha az çalışma, daha rahat çalışma koşullarının verimi arttırdığı araştırma sonuçlarıyla doğrulanmış. Buna rağmen mesai kavramının sürekli uzadığı, dijitalleşme nedeni ile bağlantıyı koparamadığımız ve bunun bizim üzerimizdeki geriliminden bahsetmiş ki çok haklı…
Kitabın son kısımlarında yine beslenme kötülüğünden ve en çok da kirlenen havadan bahsetmiş. Hava kirliliğinin insan zihni üzerine etkisini, vücudumuzun ihtiyaç duyduğu maddelerden yoksun bırakarak kirletici maddelerle sağlıklı olmanın mümkün olamayacağı, fiziksel dibe vuruş ve puslanan beynimizle sağlıklı düşünemeyeceğimiz vurgulanmış sık sık.
“Beyin gıdalarla ve temiz havayla inşa olur” diyor. Rafine işlenmiş besinlerle, uyduruk yağlarla çerçöp beslenme sistemiyle sağlıklı olamayız…
Özetle dikkatimiz kasıtlı olarak çalınıyor ve darmaduman ediliyor.
Kollektif bir mücadele şart…Bütün ülkelerde bireysel ve toplumsal farkındalığın artarak dikkatimizi yeniden kazanacak argümanlar elde etmek için çabalamamız gerekiyor. Buna şuan ve gelecek için mecburuz…
“Sorunların çoğu bireysel hatalar olarak gösterilip, bireysel çözüm yollarına itiliyoruz ve bu son derece yanlış çözüm sıradan vatandaşların bilimsel kanıtları öğrenip birlik olarak hükümetlerden ve şirketlerden her şeyin insani koşullar düzleminde tekrar yapılanması ile münkün olacaktır”….
Ben çok beğendim, kendim için farkındalık yaratan bir kitap oldu..
Tavsiye olunur, okunası bir kitap çünkü…
Johann Hari’ ye teşekkürle….