Eğitim… İçi dopdolu kelime. Bazen kurumların vicdanlarında, bazen kişilerin yorumlarında anlam bulan; çoğu zaman öğretimle eş değer zannedilen ama aslında pek çok noktada ayrılan. İlme verdiği değerle itibar bulmuş bir medeniyetin mensubu olarak, içini en uygun şekilde doldurmak yükümlülüğümüz. Sadece kelimenin değil elbet, kelimenin icra ediliş şeklinin de!
Bu sorumlulukla bu yazıda, kelimenin her yerde kolaylıkla ulaşabileceğimiz semantik yönüne değil; içeriğine odaklanmaktır niyet. Belki daha az değindiğimiz, ancak son günlerde varlığına daha çok ihtiyaç duyduğumuz bir yönüne; yani eğitimde kalp ve zihin dengesine. Biliyoruz ki kalbe değmeden gelişen bir zihin, kötülük üretmeye potansiyel zemindir. Kalbin heykeltıraşlığında yontulmamış zihin, ham çıktılar üretir.
Eğitimde istendik yönde kalıcı izli davranış değiştirme sürecini, sadece bilgi verip kişiliği ikinci planda bırakmak olarak yorumlamaya devam ettiğimiz sürece; bir kanadımız hep kırık kalacak ve uçamayacağız. Kanadımızı tamamlamaya en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlardayız. Bu tamamlanma gerçekleşmediği müddetçe; küresel etkilerin savurduğu rüzgarlarda gelişen sosyal, kültürel ve ekonomik krizlerde hep birlikte kaybolacağız. Özellikle çocuklar ve gençler, tutunacak asli değerlerden yoksun olmanın sancısında zaten savrulmakta. Bu boşluktan sebep, bu kötü niyetli güçlerin avı olmakta.
Zihinlere yüklenip kalpleri perdeleyen eğitim anlayışımızın bir ürünü olarak, günümüz çocuk ve gençlerinin genel karakteristiği; kaygı ve depresiflikle yoğrulmuş sağlıksız özgüven, zorbalığa meyillik ve özellikle bencillik yönünde. Hep birlikte şişirdiğimiz benliklerinin altı boş, zemini kaygan. Duygularımızın ‘BEN’ sınırları içine hapsolduğu, enaniyetin nirvanasında böyle bir dünya hepimize zindan. Bunlar bizi, duygularımızı ve değerlerimizi işin içine daha çok katarak, eğitim anlayışımızı yeniden değerlendirmeye sevk etmekte.
Peki nasıl geliştireceğiz kalpleri? Nasıl aşacağız bu yalnız zihin tuğlalarıyla örülmüş yüksek benlik çeperlerini? Bugüne kadar ikinci plana attıklarımıza biraz daha öncelik vererek elbette. Bazı değerlerin derin anlamını önce gerçek manada idrak edip, sonra onu yaşayan bir kültür haline getirerek. Özümüzde var olan o değerlerin anlamına vakıf olarak. Nasıl işlendiğine ve neden bu kadar günlük yaşamda yer etmesi gerektiğine göz gezdirerek.
Nedenini ve nasılını anlamadığımız değer bize işlemeyecek, dolayısıyla eğitiminden sorumlu olduklarımıza da sirayet etmeyecektir. İnsan, gelişime ve değişime programlanmış bir yapıdır. Tüm karşı tesirlere rağmen düzelme ve tekâmül umudu vardır; bunun için gerekli tüm donanıma sahiptir. Bu düşünceyle yola çıkılarak pek çok şey yapılabilir. Öyleyse nedir bu bencillik zehrinin panzehri?
“Özgecilik, Diğerkamlık, Alturizm, İsar ya da El severlik.”
Dinimiz temelinde şekillenen öz kültürümüzün bize öğrettiği asli değer olmakla birlikte; neredeyse her dinde, kültürde, öğretide de yer bulan önemli bir kavram. Bencilliğin tam tersi olarak çıkar gözetmeksizin, bireyin kendisi dışında bireylerin ya da toplumun yararını en az kendi yararı kadar gözetmesi. Kendisi kadar başkalarını da düşünmesi, maddi veya manevi iyilikte, fedakarlıkta ve yardımda bulunması. (Kendini yok sayacak kadar dozu aşan bir fedakarlıktan söz etmiyoruz elbette.)
Neden bencilliği savmak için ‘Diğerkamlık’? ‘Komşusu açken tok yatan bizden değildir.’ diyen; kâmil insan olmayı ve ruhun şifalanıp kanatlanmasını vericilik sırrına saklayan bir din, ‘İnsan İnsanın Yurdudur’ diyen bir medeniyet, kendisi için istediğini başkası için isteyebilmeyi erdem sayan bir öze mensup köklerimiz. Tüm okların buna işaret edişinin bir anlamı olmalı.
Bu köklerin bize öğrettiğince biliriz ki; sakladıkça hastalanır, verdikçe şifalanır ruh; sonsuzluğa uçar. Merhamet edene merhamet edilir. Vericilik kalbi olgunluğun göstergesidir. Benliği yükseltmek için canla başla çalışan, her şey senin için diyen savaş meydanında; ‘Ben’den daha yüksek bir amaca adanmak ve ‘Sen’lik kılıçları kuşanmak, tercih değil görevimiz. Başkasının sırtına binip yükselmeyi değil birlikte yürümeyi salık verir değerimiz. Bırak bataklığa gömmeyi, elinden çekip yukarı çekebildiğin kadar yükselirsin, o kadar varsın, insansın der.
Güçlü olan değil; birlikte olan, dayanışabilen hayatta kalır. Birbirimize bağlıysak eğer görünmez bağlarla, birimizin iyiliği diğerine kesin bağlı durumda. Her an hareket halinde olmak, hareketteki berekete talip olmak bizim özümüz. Bu sebeple mecburuz ötekine kulak vermeye ve onun için aksiyona geçmeye. Her an o devinimde yol gitmeye.
Peki kalbi eğitmede ne sağlar bize bu özgecilik (diğerkamlık). Alan konumdan veren konuma geçmek, duygusal ve sosyal zekamızı geliştirerek bencillik kıskacından kurtarır bizi. Yalnızca insana değil; kâinata duyulan merhamet, empati, duyarlılık ve adalet duygularını arttırır. Başkasına yapılan iyilik, bireyin kendisine ruhsal iyilik ve mutluluk hali, yaşamın anlam kazanması olarak döner.
Olumlu duygularda artış, öz benliğin sağlıklı temellere oturması, öz saygı ve değerde artışla gelen psikolojik iyi oluş ve şükran hali sunar. Depresyon, intihar düşüncesi, kaygı, suçluluk vb. psikolojik süreçlerin tedavisinde başkalarına iyilikte bulunma yönteminin kullanılması boşuna değil.
Peki bu vericilikten neyi kastediyoruz. Her ne kadar başkalarına yardım denildiğinde ilk olarak akla para içerikli maddi destek geliyor olsa da diğerkamlık bundan çok daha fazlası. İnsan aciz ve ihtiyacı sonsuz. Bu sonsuzluğun içine bazen sadece değerli hissetmek ya da anlaşılmak girer, bazen sevilmek ya da kabul görmek… İhtiyaç hisseder insan onu gerçekten işiten bir kulağa, hissedebilen bir kalbe, gerçekten gören göze.
Aslında sende olan ne varsa onu paylaşmak. Hepimiz doğuştan mizaç örgüsü altında birbirinden farklı birtakım istidatlarla donatılmışız. Her mizacın en güçlü yanı, aynı zamanda onun dünyaya katabileceği erdemi. Belki de tam da bunun için her birimize başka bir erdem tayin edilmiş.
Tam da bu sebeple o erdem bize kolay kılınmış. Yani aslında onu vermekle zaten sorumlu tutulmuşuz. Ve kendi ruhsal yükselişimizin de o verme eylemiyle mümkün olacağı konusunda müjdelenmişiz. Sır orada saklı. Kendi gelişim sırrımızı, neyi verebilirim ki sorusunun cevabını içimizde taşıyoruz. Gücün varsa güçsüzün yanında durarak, başarılıysan başkasının da başarısına katkıda bulunarak, zekâna güveniyorsan çözümün parçası olarak, ilmin varsa kendine saklamayarak, umudun varsa umutsuza ışık olarak…
Çocuğun oyun arkadaşı olarak, gence verdiğin nasihatle tecrübe paylaşarak, yaşlının elinden tutup gözüne şefkatle bakarak. Doğadaki tüm canlıların açlığına, susuzluğuna, ihtiyacına çare olarak… Selam vererek, gülümseyerek, gününü güzelleştirerek. Gülümsemeyi sadaka, ilmi paylaşımı zekât sayan dinin mesajını idrak edip hayata geçirerek.
İşte bunların hepsi bir verme sebebi. İhtiyaçlar kadar çoktur verilecekler listesi. Bu yazı dahi, zihinlerden kalplere girme vesilesi.
Aydınlık ve şifa niyetiyle.
Vesselam…