Dil, ilk insandan bugüne, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan araçtır. En basit tanımını bu şekilde verebildiğimiz dil için Prof. Dr. Muharrem Ergin, “Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan doğal bir vasıta; kendine has kuralları içinde yaşayıp gelişen canlı bir varlık; milleti bir arada tutan, koruyan ve milletin ortak malı olan sosyal bir kurum; temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış gizli bir anlaşmalar sistemi ve seslerle örülmüş muazzam bir yapıdır.” tanımlamasını yapmıştır. En çok kabul gören bu tanıma göre insanların anlaşma aracı olarak dil, zaman içerisinde değişir ve gelişir. Yüklendiği en önemli amaçlardan biri ise milleti bir arada tutmasıdır.
Büyülü bir yapı olarak dil, milli hassasiyetler noktasında bir milletin belkemiğidir. Koca bir millet, aynı dili konuşur, aynı dille ağıtlar yakar, aynı dille sevinir ve yine aynı dille edebi ürünler yaratır. Yeryüzünde yaşayan binlerce dil, beraberinde binlerce kültürü aktaran bir köprü görevindedir. Atadan âtiye bir yol var ise bu yolun mihenk taşlarından birini dil oluşturur.
Türkler, yaşadıkları coğrafyalarda medeniyetler inşa eden, hem maddî hem de manevî kültür öğeleriyle dünya tarihine damga vuran kadim bir millettir. Türk milletinin kültürü, asırlar boyunca dil vasıtasıyla aktarılmıştır. Bu konuda Mehmet Kaplan: “Dili bir medeniyet tarihinin aynası olarak inceleyenler, onda pek çok şey görürler.” tespitinde bulunmuştur. Biz, Türk milleti olarak bahsedilen bu aynadan kendimize bakarsak, çok okuduğumuzu ve gelecek nesillere birçok yazılı eser bıraktığımızı görürüz. 8. asırda Bilge Kağan tarafından diktirilen ve bir söylev niteliğinde olan Orhun Abideleri, buna en net ve gurur verici örnektir. Abidelerde kullanılan dilin, ne denli işlek ve sanatlı olduğu konusu, birçok dil âlimi tarafından tasdik edilmiştir. Bu işlek dil, esas itibarıyla dilimizin köklerinin daha derinlerde olduğunun da bir göstergesidir. Bu derinlik, asırlar geçtikçe Türk dilinin zenginleşmesiyle taçlanmıştır. Zaten saf ve işlek bir dile sahip olan Türkler, kurdukları devlet ve imparatorluklar vasıtasıyla farklı dillerden kelimeler almış, bu kelimeleri de kendi öz değerleriyle yoğurarak bir kültür mozaiği vücuda getirmiştir. İslâm ile nurlanan Türk milleti, hem Arapçanın hem de Farsçanın dil ürünleriyle renklenmiştir. Bu konuda en değerli örnek hiç kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu’dur. İşte Nihad Sâmi Banarlı bu yüzden Türk diline olan hayranlığını dile getirirken “Her dil imparatorluk dili olamaz çünkü her millet imparatorluk kuramaz.” demiştir.
Bir toplumun düşünce ve zihniyet yapısı, tasavvur ve tahayyül kapasitelerini de yönlendirmektedir. Bu noktada Türkçe, deyim ve atasözü gibi birçok dil ürünüyle kendini kanıtlamış bir dildir. Türkçe ile kaleme alınan eserler, o eserleri edebiyatımıza kazandıran altın kalemler ile daha da zenginleşmiş, birçok yabancı sözcük, gerçek aydınların ve halkın irfanından süzülmüş ve “Türkçeleşmiş Türkçe” tabiri ortaya çıkmıştır. Bundan en az yedi asır önce Anadolu coğrafyasında, bahsettiğimiz halk irfanını ve Hakk nizamını nazma döken, “Türkçenin Cebrail’i” benzetmesine mazhar olan Yunus Emre, kuşku yok ki Türk dili için büyük bir kaynaktır. Aynı şekilde Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Peyami Safa, Oğuz Atay gibi büyük romancıları ve Orhan Veli Kanık, Yahya Kemal Beyatlı ve Necip Fazıl Kısakürek gibi büyük şairleri Türk dili için şans saymak, yerinde olacaktır.
Türk dilinin bunca özgün ve övünülesi tarafı varken günümüz için bazı tenkit ve uyarılarda bulunmak bir ihtiyaç halini almıştır. Dili düşüncenin evi olarak gördüğümüzde hem düşüncelerimiz hem de dilimizi sorgulamamız gerekmektedir. Yeryüzünde tamamen saf kalmış bir dilden bahsetmek mümkün değildir. Diller zaman içerisinde farklı ilişkiler (dış alım, dış satım, turizm vs.) nedeniyle alışveriş halindedirler. Esas olan ise bu alışverişin kendi dilimize olan etkileridir. Türk milleti tarih serüveninde birçok milletle içli dışlı olmuştur. Bu durum dilin de etkilenmesine sebebiyet vermiştir. Selçuklu’nun Farsça, Osmanlı’nın Arapça, Farsça ve Fransızca dilleriyle yoğun kelime alışverişi yaptığı görülmektedir. Alınan kelimeler devlet kademelerinde veya medreselerde olduğu gibi korunsa da halk, bu kelimeleri kendi anlayışına göre kullanmış ve Türkçeleştirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı dönemde, Mustafa Kemal Atatürk’ün özel çabalarıyla açılan Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi kuruluşlar, halk-aydın arasındaki anlaşmazlığı gidermeye çalışmış, Türk milletinin dil ve tarih şuurunu korumayı amaçlamıştır. Bu amaç, bir “ortak dil” oluşturma amacıdır. Tarih kanıtlamıştır ki dil birliği çözüldüğü zaman, ortak tarih ve kültür birliği de kaybolacaktır. Böyle bir durumda milleti bir arada tutmak mümkün değildir. Türk dilinin yabancı kelimelerden arındırılması meselesi, Türkiye’nin kuruluşundan bu yana bazen devlet kademelerinde bazen de aydınlar arasında tartışılmıştır. Bu noktada üretilen formüller çoğu zaman sığ kalmış, hatta siyasi çekişmelere varan sonuçlar doğurmuştur.
Oktay Sinanoğlu, “Türkçe giderse Türkiye gider.” ikazını yaparken milli şuura vurgu yapmaktadır. Türk dili, asırlar geçtikçe bazen dünya markası halini almış, bazen de siyasi tartışmaların odak noktası olmuştur. Bunca tespit, 21. yüzyıl Türkiye’si için sorunlara formül üretmeye yardımcı olacaktır. Dil, ilk olarak ana kucağında öğrenilir. Türkiye bir kültür mozaiğidir. Her ana-babanın aynı eğitim düzeyinde olması pek mümkün değildir. Her eve Türkçe veya Türk dili ve edebiyatı öğretmeni görevlendirilemeyeceği de açıktır. Bu noktada her eve giren televizyonlarla çare üretmeye çalışmak yerinde olacaktır. Basını dili doğru kullanmada bir araç olarak kullanmak gerekir. Ancak, basın, üzerine düşen görevi tam anlamıyla yerine getirememektedir. Türkçeyi düzgün ve kurallı kullanmak basın kuruluşlarının dert edindiği bir konu değildir. Özellikle genç beyinlere işleyen çizgi film ve diziler, Türk dilinin zenginliklerinden yeterince yararlanamamaktadır. Bu noktada yapılacak ilk iş, her tv kanalına en az bir Türk dili uzmanının şart koşulmasıdır. “Ağaç yaşken eğilir.” Atasözüne binaen özellikle ilköğretim çağını kapsayan yaş aralıkları için okuma ve yazma etkinlikleri dikkat çekici nitelikler kazandırılarak artırılmalıdır. Türk çocuğu daha ilkokul sıralarında kitap müptelası olmalıdır. Dilin lezzetini tatmalıdır. Ayrıca bu yüzyılın gençliği, sosyal medyada fazla zaman geçirmektedir. Özellikle lise ve üniversite çağındaki gençlere yönelik, dilin yozlaşmasını önlemek için zengin içerikler hazırlanmalıdır. Bu içerikler içerisinde güldürü barındıran dikkat çekici içerikler olabilir. Bu, görevi TDK üstlenirse daha uzmanca ürünler ortaya çıkarılabilir. Söz gelimi toplumda ilgi gören ünlü simalardan yararlanılarak hazırlanan videolarla yeni nesle dil bilinci aşılanabilir. TDK’nin zaman zaman sosyal medya üzerinden başlattığı “Türkçe karşılık bulma anketleri” bile ilgiyle karşılanmaktadır. Genelde bu uygulamalar yapılmakla birlikte özelde de çeşitli etkinlikler düzenlenebilir. İl-ilçe belediyelerine Türk dilinin korunması ve geliştirmesi için belli bütçeler ayrılabilir. Senede birkaç defa şehir meydanlarında yerel tiyatrocular vasıtasıyla dilin önemine dikkat çeken oyunlar oynatılabilir. Türk dilinin ürünleriyle ilgili yarışmalar düzenlenebilir. Atasözleri-deyimler düzenlenen yarışmalarla öğretilebilir. En iyi masal, destan, halk hikâyesi anlatma yarışmalarıyla gençler hem dillerini hem de edebi birikimlerini zenginleştirebilirler. Dükkânlarına yabancı dilden isimler koyan esnaflardan fazla vergiler alınabilir.
Resmi Gazete’de yayınlanan ve Başbakanlık Genelgesi ile 2017 yılının “Dilimiz Kimliğimizdir” başlığıyla “Türk Dili Yılı” ilan edilmesi, Türk dilinin gelişmesi ve yozlaşmaması için atılan önemli bir adımdır. En yüksek devlet kademelerinde dile olan saygı, sevgi ve bağlılık, halkın da Türk diline sahip çıkmasını sağlayacaktır. Devletin projeler geliştirmesi ve TDK’nin Türk dilinin gelişimi için mücadele vermesinin yanında en büyük görev, eğitimcilere düşmektedir. Eğitim, milletlerin varoluş ve yükseliş devirlerinin olmazsa olmazıdır. Eğitimci bu yönüyle ilmî bir savaşçı niteliğindedir. Bu savaşı kazanmak, mensubu olduğu milletin mukaddesatına uygun eğitim vermekten geçer. Bir eğitimciye düşen de diline ve tarihine bağlı nesiller yetiştirmektir. Eğitimcinin eyyamcı, boş vermiş veya asrın idrakinden uzak olması kabul edilebilir bir durum değildir. Milletlerarası kelimelerin dilimizi yozlaştırması ihtimali bile ilk olarak eğitimci tarafından def edilmelidir. Türkçenin kendine has ürünleri eğitimcilerin vasıtasıyla öğrencilere sezdirilmeli ve sevdirilmelidir. Bir yönüyle Türkçe kelimeleri bozan başka yönüyle İngilizce kelimeler kullanan ve ne tam Türkçe ne de tam İngilizce konuşan güruhun milli karakterimize katkısı yoktur. Başka dillerin öğrenilmesi ne kadar gerekli ise ana vatanda ana dilin konuşulması da en az onun kadar gerekli ve hatta zorunludur. Türk milletinden her fert için unutulmaması gereken tek kural vardır: Birlik ve dirilik, Türk dilinin ihyası ile mümkündür.