İnsan içinde yaşadığı gündelik koşulların altında etrafı kuşatılır ve sürekli meşgul edilir. Bu sebepten dolayı da geçmişi unutması çok daha kolay olur. Hayatın meşguliyeti içerisinde kendini unutur bir hal alır. Çabucak unutulan hal ve yaşantılardan birisi de aslında çocukluktur. Çocukluğumuza ait hemen her şeyi hatırlayabilsek de yine de ondan uzaklaşmış gibi hissederiz kendimizi. O vakitlerin yaşantısının ruhunu yaşayamayız. Giremeyiz hiç o zamanın çocukluk moduna. Aslında belki de yeni bir ruh haline sahip oluşumuzun bir gereğidir bu. Yaşantımızın aslını oluşturan şu anın, şimdiki zamanın koşulları tarafından kuşatılmış hissederiz kendimizi. Hep şimdiki zamanın ufkundan seyrederiz dünyayı, olup biteni, hayatı ve hatta kendimizi. Belki de bu yüzden büyükler çocukluğa, onun ruhunun derinliklerine, zihinsel durumuna, yaşantısına, iç dünyasına yabancılaşıyorlardır. Ne dersiniz?
Çocuğun hayata bakış açısı, dünyası şüphesiz ki yetişkinlere göre çok farklıdır. Gerçeğin izlenimlerinden yoksun oldukları için belki de daha çok hayal ve oyun bağlamında gerçekleşiyor zihinlerindeki düşünceleri, inançları, duyguları.
Piaget çalışmalarının çoğunu çocuğun zihinsel gelişimine ayırmıştır. Onların dünyasının düşünce, mantık, dil olarak yetişkinlerden ne kadar farklı ve nasıl olduğunu göstermeye adamıştır hayatını.
Oyunun toplumsal işlevi üzerine çalışmalar yapan Huizinga ise, oyunun rastlantı sonucu olmadığını, oyunun kültürden çok daha önce var olduğunu, çeşitli kültürlerden çıkma değil bunun tam aksine çeşitli kültürlerin doğuşundaki başlıca etken olduğunu ve insanların oyun kavramına hiçbir temel özellik katmadıklarını ifade etmektedir.
Peki çocuklarımızla ne kadar oyun oynayarak onlarla vakit geçiriyoruz dersiniz?
Gerçeğin izlenimlerinden uzak olan çocuklarımızın zihinlerindeki düşüncelerini, inançlarını, duygularını oyun bağlamında gerçekleştirmede biz büyükler ne kadar bu dünyalarına eşlik ediyoruz dersiniz? O vakitlerin yaşantısının ruhuna ulaşmada bizler acaba kendimize ne kadar izin veriyoruz? Onları anlamak için ne kadar vaktimizden pay veriyoruz?
Çocuk derken şüphesiz ki bir çocuk idesinden bahsetmiyoruz. Sayılarınca farklılık gösteren ve anlaması beklenen çocuklardan hangisinin anlamasını beklemekten daha çok, çocuğu ve çocukluğu nasıl anlamaktan geçmez mi asıl sorunun cevabı?
“Çocuğu anlama” ifadesinde bile çocuk olmayan kişiler tarafından var edildiğini ima eden bir tavır yok mudur sizce?
Yetişkin olan bir kişi yalnızca duyguları, düşünceleri, ilgileri ve endişeleriyle uzaklaşmamıştır çocuktan, fiziksel olarak da uzaklaşmamış mıdır? Uzaklaşmadık mı çocuklarımızın oyunlarından, iç dünyalarından, onları anlamaktan? Hapsetmedik mi onları sanal dünyaların içerisinde var olan hayal alemlerine? Koparmadık mı gerçek dünyadan? Hayal bağlamında kendi oyunlarından?
Onun gözüyle bakabilmeyi, onun yüreği ile hissedebilmeyi, onun aklı ile düşünebilmeyi, onun dili ile söyleyebilmeyi ve bütün bunları sağlayacak büyük ilgi ve empatiden mahrum etmedik mi çocukları?
Hep şimdiki zamanın ufkundan seyrediyoruz dünyayı, olup biteni, hayatı ve hatta kendimizi. Bırakmıyoruz ki kendimizi onlarla oyunların sihirli dünyasına. Düşünmüyoruz ki aslında yaradılış içinde sadece kendimizi oyunun içinde bulabildiğimizi.
Sanırım Rousseau çok haklı.
“Çocukla çocuk olmanın ne olduğunu bilmiyoruz, onlara yoldaş olamıyoruz. Bir şeyler öğretmek istediğimizde, çocukların düşündüğü gibi düşüneceğimize onların bizim gibi düşünmesini istiyoruz. Kendi düşüncelerimizin doğru olduğundan o kadar eminiz ki, çocukların zihnine çoğu zaman hakikat yerine saçmalıklar doldurduğumuzdan habersiziz.”