Bir varmış bir yokmuş diye başlamıyor mu tüm masallar? Ve değiller miydi tüm çocuklar benim gibi masallarının kahramanı. Zamanın her defasında ne kadar çabuk geçtiğini hatırlatırcasına yüzümüze bir şaplak vuran aynalar. Evet, bir zamanlar ben de çocuktum. Evin neşesi, ilk göz ağrısı, kalp çarpıntısı, heyecanı. Uzun zaman olmuş o günleri hatırlamadığım. Hatırlayınca da çocuk olduğum o zamanlardan ve şu an bu satırları iki çocuk babası olarak yazan ben en çok da babamı özlemişim. Geçip giden yılların benden koparamadığı, kaderin önünde saygı ile eğilerek toprağa verdiğim babamı. Evimizin direği, ailemizin çınarı, benim kahramanım, oyun arkadaşım, sevgili babamı.
Çocukluk geçmişe özlemdir bazen, hayallerin başlangıcı, mevsimlerin baharı, bir başka doğardı güneş üzerimize, bir başka bakardı gözler, anne, baba bir başka özler, dillerden dökülen o tatlı sözler. Ben en çok babamı özledim onun bana işlediği değerleri, aldığı oyuncakları, oynadığımız oyunları. 80’li yıllarda İstanbul’da çocuktum. Çocuk olmanın zor ama en güzel olduğu zamanda. Mahallemiz Arnavut kaldırımlı, yokuş başında bulunan ezan ile çanın bile birbirine saygı duyduğu, eski ve ahşap yapıların sevgi yumağı ile büyüttüğü yerdeydi. Kocaman bir aileydi, çakır ninemiz, pamuk dedemiz, bakkal Osman, manav Nuri, kasap Hayri herkes ailenin bir parçasıydı sanki. Cumbalı ahşap bir evimiz vardı, arka tarafta ki bahçemizde asmalar, söğütler. 2 katlı geniş merdivenler yukarı doğru adımlarken, sabah güneşi ile kesişir selamlaşırdı. Kahvaltı kalabalıkla mutfak ve antrenin olduğu giriş katında yapılırdı. Herkesin odası ayrı, sevinci, üzüntüsü, heyecanı aynıydı. Hasta olsak komşularımız eve yemek getirir, hal hatır sorarlardı, mahalledeki yaşlılar hepimizindi. Ellerinde poşet görsek yarışırdık almak için. Gece ışıkları yanmasa kapısını çalardık, odununu çeker, kırar, sobasını yakardık. Düğünümüzde, ölümüzde bizimdi tanısın tanımasın. Kısaca yalnızlıktan kimse ölmemişti, sabaha kadar başında bekleyen Yasin okuyan dua eden bulunurdu. Ne tuhaf o günleri andıkça duygulanırım. Ben ve benim kuşağım 10 yaşlarındaydık ve hiçbir şeyin bu günlerdeki gibi kirlenebileceğini, değişebileceğini düşünemeyecek kadar temizdik. Bu gün sadece değerlerimizi değil, hayallerimizi, beklentilerimizi, o günlerde neşeyle oynadığımız oyunlarımızı da, oyundaki gözyaşlarımızı da, dizimizdeki kanımızı da unuttuk. Tıpkı unuttuğumuz onca şey gibi.
Dünyanın toz pembe olduğu zamandı çocukluğum babamın aldığı mavi plastik topuma sımsıkı sarılıp dışarıya kendimi attığımı hatırlıyorum da, kimseye oynatmadığım gibi kendimde oynamadan eve dönmüştüm. Çocukluk işte. O günlerde en çok top peşinde koşardık. Top kiminse sözde takım da onundu, her faulü o kullanır, üç korneri gözlerdi penaltı atmak için ha adımı da o sayardı. Zamanın nasıl ve ne zevkle geçtiğini de bilemezdik, sokak lambaları yavaştan yansa da biz hala koştururduk, düşer, ağlar, hırslanır ama hep mutlu ayrılır yarın devam etmek için sözleşirdik. Gazozuna oynamak büyük iddiaydı zaman ilerledikçe. Golcüler hep ilerde taç ofsayt yoktu mahalle arasında iki taş belirlerdi her şeyi kendi maçımızın hakemi kendimizdik. Hır gür çıkardı bazen ha çok mu ileri gittik kapımız çalınır elinde bir çocukla annesi; – -Hanım hanım bana bak söyle o çocuğuna oğlumu ne hale getirmiş. diye sitemle karşılaşırdık. Her seferinde Anneannemin bacaklarının ardına sığınır Anneannemin; -Çocuk bunlar hemşire olur ben kulağını çekerim hadi selametle deyip gönderişini ve her seferinde tatlıya bağlanışını keyifli gözlerle seyrederdim.
Sadece top peşinde mi, renkli renkli dünyalarımız vardı. Kavanozların içinde tertemiz pırıl pırıl misketler. Bir çıktın mı sokağa yan yana 40 oluverir 10-12 metreden öyle bir zevkle atarsın ki elceği ondan önce koşarak vurduğu yeri görüp toplamak için ganimeti uçarsın sanki. Hala kavanozumun içinde oğlumun odasında duruyor. Geçmişe özlemle bakar gibi beni gözlüyor.Körebe, yakan top, 5 taş, 9 taş, kuka, dalya, mendil kapmaca, yağ satarım bal satarım, saklambaç vazgeçemediğimiz oyunlardı. Bozacının bağırtısı, yoğurtçunun çıngırağı, bekçinin düdük sesiyle bizlerin sesi karışırdı karanlıkta. Top oynayıp acıkmayı, yorulup erken yatmayı, paylaşmayı, yenmeyi, yenilmeyi, tebrik etmeyi, küsüp gitmemeyi hep oyunlardan öğrendim. Eğer şu an kendime güvenen, sosyal bir insansam bu çocukluk günlerimde doyasıya oynamamdandır.
Bir eğitimci olarak okulun dört tarafının taş duvar içinin sıralar ve masalardan ibaret olmaması gereğini ve orada sadece (a be ce) öğretilmemesi gerektiğine inanmaktayım. 2 perdelik oyundur okul, açıldığında perde bahçesi, bahçedeki çiçeği, ağaçtaki kuşu yerdeki böceği, oyun alanları ile oyunu oynatan ve oynayanlarıyla okul olduğunu çok iyi biliyorum. Bizlerin belki de en önemli görevi zamanında doyasıya oynadığımız oyunları oynayamayan, bunlardan mahrum bırakılan yavrularımıza oynatmak için bir şeyler yapmak. Yavrularımızı oyun dışında bırakmamak ve onları oyunu bozdurmamak adına oyuna dâhil etmek gerektiğini anladık. Çünkü bir zamanlar ben de çocuktum. Bayramlarımız Bayram gibiydi kısaca…….