“Nosce Te İpsum”
Herhalde koku alma duyumuz duyu organlarımız içinde hayatı en anlamlı kılanıdır(tabi aksi durumların olduğu zamanlar da olabilir 😊). Yaşanmışlığın kanıtını sunar bize. Anılarımıza götürür.
Aynı zamanda hoş bir koku kişiye canlılık verirken, güzel kokmak insana girdiği ortam içinde özgüven de sağlar. Peki özgüvenimizi destekleyen, girdiğimiz yeni bir ortamda bize bir parça da gizem katacak olan dikkat çekici bir kokuyu nasıl bulabiliriz?
Bu sorunun yanıtını bulabilmek için etraflıca bir araştırma yapmak gerekiyor, zira çok fazla kıstas var. Örneğin; yaşınıza, cinsiyetinize, ten renginize, tarzınıza göre belirlenmiş onlarca seçenek ve bunun ışığında hazırlanmış gruplar(şekerli, çiçekli,oryantal vs.) içinde kendinize en uygun kokuyu bulup kişiliğinizle özdeşleştirebilirsiniz. Yani zor bir mevzu.
Ama yine de, hayat içinde yaşadığımız onlarca sorun, yapmamız gereken zorlu seçimler ve de bu seçimlerin zaman zaman dönüm noktalarımız olduğunu da düşünürsek; belki de en zevklilerinden biridir doğru parfümü bulabilme derdi. Ne yazık ki her şey bu denli risksiz olmayabiliyor. Örneğin doğru dostu bulabilmek: En zor, en çok zaman alan ve belki de sonuçlarını düşününce en riskli seçimlerden biridir. Sonuçta dost dediğiniz; sadakat göstereceğiniz, koşulsuz güveneceğiniz, ondan her gelen doğrudur diyeceğiniz kişidir. Yeri geldiğinde hatanızı size söyleyecek ancak bunu ısıtıp ısıtıp önünüze de koymayacak, sizin bir durum karşısında nasıl bir tavır sergileyeceğinizi de bilecek kişidir. Dost dediğiniz adeta etkisi günlerce üzerinizde duran, tanıdıkça alt notalarıyla yavaş yavaş ortaya çıkan, koklamaya doyamadığınız ve adını yalnızca kendinize sakladığınız rayiha gibidir. Eh zordur hakiki dostu bulmak. Peki duygularınızı ehilleştirecek, fikirlerinizi olgunlaştıracak, sizi bir üst mertebeye çıkararak daha erdemli yapacak bir nevi denginiz olan o kişiyi nasıl bulabilir insan? Yok mudur bunun bir formülü? Var elbette. Bu formülün ilk bileşenini bulabilmek için geriye gitmek, zamanda ve mekânda uzun bir yolculuğa çıkmak gerekiyor…
Milattan önceye, Antik Yunan dönemine gidelim. Gelmiş geçmiş en büyük filozof olan -kanaatimce- Sokrates’in yanına. Onu bu denli büyük kılan ise, Delphi Tapınağı’nda Latincesiyle “Nosce Te İpsum” olarak yazılan parolayı hayat görüşü haline getirmesidir. Yani “Kendini Bil”. Oysa ne kadar basit bir cümle değil mi? Ama aslında en basit cümleler en zor bulunandır. Tesiri büyük, öz kelamdır. Düşününce, haklı değil midir Sokrates? Kendilik bilinci her şeyin başlangıcı değil midir kişinin yaşam akışında? Ancak çok da zordur kişinin kendini bilmesi.
Uzun bir yolculuk sonucunda ulaşılabilecek bir arayışın mahsulüdür. Kişinin kendi merkezine yapacağı bir seyr-u sülük. Feridü’d-din Attar bu yolculuğu Kuşların Dili’yle ne de güzel anlatır: Yüzlerce kuşun zorlu engellerden, aşılması zor vadilerden geçerek, elene elene ilerlemesinin sonucunda geriye kalan otuz kuşun, Kaf Dağı’nın ardındaki Simurg’a ulaşmalarını anlatan o eşsiz hikayede olduğu gibi; insan da türlü eziyet, engel ve zahmetler sonucunda ulaşabilir ancak varlık sebebine. Simurg’a yolculuk, kişinin benlik kuyusuna yaptığı bir yolculuğun da anlatımını simgeler aynı zamanda.
“Kendini Bil” hakikatin arayışıdır bir bakıma.
Asıl olan ile ferin ayırımıdır.
Kimliğimiz ile üzerine yapıştırdığımız etiketlerin.
Sahip olduklarımız ile savunduklarımızın
Zatımız ile sıfatlarımızın….
İç içe geçmiş bu sarmalı ayrıştırmak yolculuğumuzun ilk adımıdır. Benlik kuyumuzu değirmenden su taşıyarak doldurmak yerine kaynağın üzerindeki taşı toprağı kaldırarak debiyi arttırmaktır mesail. Zira hakikat kaynaktadır, kaynaktır.
İyi hoş da günümüz dünyası bu arayışa ne kadar müsaade ediyor? Hangimiz oturup sakince dinliyoruz kendimizi? Gece yatarken gün içinde yaptıklarımızı kaçımız objektif bir şekilde muhakeme ediyoruz? Ne kadar eminiz ya da pişmanız yaptıklarımızdan ve hatta yap(a)madıklarımızdan?
Bir başka cenahtan soracak olursak; ne kadar kendi başımıza kalmak istiyoruz, gerçekten? Kendimizi sorgulama adına yalnız kalma cesareti hangimizde var? Ve mahkememizin hakimi olma liyakati kaçımızda var? Davranışlarımız, düşüncelerimiz ile gerek tümel gerekse de tikel değerlerimiz ne derece örtüşüyor? Evet bunlar zor sorular. Cevaplanması bir yana düşünmek dahi Fuzuli’nin (anlatmak istediğinin haricinde) dediği gibi kıl-ü kal (dedikodu) ile sarmalanmış ve memnun olduğumuzu sandığımız hayatımızın içine sokulacak çomaktan fazlası değil. Kim bilir belki de bu sorularla baş başa kalmak istemediğimiz için en çok da kendimizden kaçıyoruz. Gece olup da kendimizle baş başa kalma ihtimalimizin olduğu o kısacık uyku öncesi anı bir an evvel geçiştirmek adına yorgun argın giriyoruz yatağa ve uykuya dalarken bile kendimize sırtımızı dönüyoruz adeta. Yalnız kalma lüksüne karşı kalabalığı yeğliyoruz. Kendimizi bilememenin, bulamamanın yarattığı tedirginliği dışarıya yönelerek örtmeye çalışıyoruz. Benlik kuyusunun derin boşluğunu sahteliklerle dolduruyoruz. Belki de neye ve kime ihtiyacı olduğunu bilemeyen bilinçsiz benliğimizdir sahip olduğumuzu sandığımız sahte dostlardan yediğimiz darbelerin sebebi…
İnsanlık tarihinin bu en eski sorununa sadece Antik Helen kültürü cevap aramaz. Kadim kültürümüzün Sufi şairleri de bu dertle dertlenir. Yunus Emre berceste bir beyitle tam kalbinden dalar mevzuya. Ve der ki;
İlim ilmi bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Ya nice okumaktır.
Yunus Emre sadece kendini bilmekten bahsetmez. Kendilik bilgisinin anahtarı olarak ilmi/marifeti önceler. İlimin/marifetin, tüm aleme sunulan kutsal emanet teklifinin sadece insanın kabul ettiğini unutmadan yani “insan olarak kalma” emanetini ihmal etmeden yaşamak gerektiği bilgisi olduğunu söyler. Ahlak, adalet ve muhabbettir derdi. Aksi halde ilim denilen şeyin çok okumakla ulaşılabilecek gereksiz bilgiler yığını olmadığını da sonrasında zaten söyler.
Hadis olduğu hususunda alimlerin hem fikir olduğu şu meşhur sözle de peygamberimiz mevzunun uzak hedefini belirler ve der ki; “Kendini Bilen Rabbini Bilir”.
Nefsine hâkim olan, aklıyla ve ilmin bilgisiyle hareket eden kişinin arınmış bir vaziyette mertebesinin yükseleceğinin müjdesini verir adeta.
Ama ne yazık ki çağımız insanın önündeki en büyük engel artık “kendini bilmek” değil de “kendine gelmek”miş gibi duruyor. Maddiyat üzerine kurulmuş günümüz dünyası insanın kendilik bilincine odaklanmasını engellemek adına bir başka sav üretmiş durumda: Nosce Te İpsum’a karşı Carpe Diem. Yani kendini bilmek’e karşı karşı anı yaşa’maktan söz eder. Düşünmeden, dertlenmeyen, kendilik bilincini sorgulamadan ve hatta hiç yalnız kalmadan an’a odaklanmamızı ister. Aslında tasavvuf ehlinin de benzer bir tanımı vardır ve kendilerine onlar da ibnül vakt derler. Yani an’ın/zamanın oğlu. Geçmiş elimizden çıkmış, gelecekse gaybı yani bilinmezliği barındırır. Bize kalansa şimdidir. O halde şimdiyi en bilinçli ve en verimli haliyle yaşamak düşer bize diyerek sahiplenirler zamanı.
Vel hasılı; ya kendini bilerek zamanı/an’ı şuurla yaşarız, ya da kendimize gelmeden anı anlık hazlarla geçiştiririz. Ya ilimle marifetin bilgisine ulaşırız ya da cahillikle kalbimize zihnimize ihanet ederiz.
tercih kişinin…herkes farkında bu durumun..mesele insan gibi insanca mı yoksa diğer her türlü sahteliklerle mi yola devam, kişinin kendi seçimi..kişi kendini yükseltebilirse, diğerlerinin nerede olduklarını daha iyi görebilir, kendi bataklıkta olanın bu anlatmaya çalıştıklarımızı görebilmesi, görmek istemesi pek mümkün değil…