Almanya ve Amerikada yapılan araştırmalar ve deneyler gösteriyor ki erken yaşta başlatılan akademik eğitimin uzun vadede trajik sonuçları oluyor. Özellikle de sosyal ve duygusal gelişim alanlarında.
Örneğin 1970’lerde Almanya hükümeti, büyük çaplı bir “karşılaştırma” çalışması yaptırdı. Bu araştırmada, 50 oyun odaklı anaokulu mezunu ile 50 akademik derslerle eğitim veren anaokulu mezunu karşılaştırıldı. Derslerden elde edilen akademik kazanımlara rağmen akademik eğitim verilen anaokullarındaki çocuklar dördüncü sınıfa geldiklerinde, kullanılan tüm ölçme yöntemlerinde, oyun odaklı anaokullarından gelen çocuklara göre belirgin şekilde daha kötü bir performans gösterdiler. Özellikle okuma ve matematikte daha az ileriydiler ve sosyal ve duygusal olarak daha az gelişmişlerdi. Çalışmanın yapıldığı dönemde Almanya, kademeli olarak geleneksel oyun bazlı anaokullarından akademik odaklı olanlara geçiş yapıyordu. Kısmen bu araştırmanın sonucu yüzünden Almanya bu eğilimi tersine çevirdi ve tekrar oyun odaklı anaokullarına dönüş yaptı.
1967 yılında David Weilkart ve ekibi tarafından başlatılan bir deneyde, Amerika Michigan’da yaşayan 68 aşırı yoksul çocuk üç çeşit anaokulundan birine kaydedildi: Geleneksel (oyun temelli), High/Scope (geleneksel olana benziyor ancak daha fazla yetişkin yönlendirmesi içeriyor) ve Doğrudan Akademik Eğitim (çalışma kağıtları ve testler aracılığıyla okuma, yazma ve matematik öğretmeye odaklanan). Deney, günlük anaokulu deneyimlerine ek olarak, çocuklarına nasıl yardımcı olabilecekleri konusunda ailelere eğitim vermek amacıyla her iki haftada bir yapılan ev ziyaretlerini de kapsamına aldı. Bu ziyaretler, anaokulu sınıflarında kullanılan yöntemlerin birebir aynısına odaklandı. Bu nedenle geleneksel sınıflardan yapılan ev ziyaretleri oyunun ve sosyalleşmenin değerine odaklanırken, doğrudan akademik eğitim sınıfları akademik becerilere, çalışma kağıtlarına ve diğer önemli görülen şeylere odaklandı.
Bu deneyden elde edilen ilk sonuçlar da diğer benzer çalışmalardan elde edilenlerle aynıydı. Doğrudan akademik eğitim alan grup, kısa zamanda kaybolan erken dönem akademik kazanımları gösterdi. Ancak bu çalışma, katılımcılar 15 yaşına ve daha sonra 23 yaşına geldiklerinde tekrar edilen bir takip çalışmasını da içeriyordu. Bu yaşlarda akademik başarı anlamında gruplar arasında belirgin bir fark görünmüyordu. Ancak sosyal ve duygusal özellikleri arasında çok büyük ve oldukça belirgin farklılıklar olduğu ortaya çıktı.
Doğrudan akademik eğitim alan grup 15 yaşına geldiğinde, diğer iki gruba oranla iki kattan daha fazla sayıda “kötü davranışta” bulundu. 23 yaşına geldiklerinde yani birer genç yetişkin olduklarında aradaki fark çok daha dramatik bir hal aldı. Doğrudan akademik eğitim alan gruptakiler diğer insanlarla daha fazla “çatışma” içeren olayı yaşarken, daha fazla duygusal bozukluk belirtisi gösteriyordu. Ayrıca daha az evleniyor ve eşleriyle daha az birlikte yaşıyorlardı. Ve diğer iki gruba göre suç işlemeye daha fazla teşebbüs ediyorlardı. 23 yaşına geldiklerinde doğrudan akademik eğitim alan gruptakilerin yüzde 39’unun suçtan dolayı tutuklanma kaydı varken, diğer iki grupta bu oran yüzde 13.5’e düşüyordu. Ayrıca doğrudan akademik eğitim alan gruptakilerin yüzde 19’u tehlikeli bir silahla saldırı dolayısıyla mahkemeye çıkarılırken bu oran diğer gruplarda yüzde sıfırdı.
Gözlenen ve kaydedilen bu sonuçları Jung’un “gölge” ve “persona” arketipleriyle ilişkili olduğu kanısındayım. Gölge literatürde genellikle “İnsanda potansiyel olarak var olan, toplumsal olmayan duygu, düşünce ve davranışlardır” şeklinde tanımlanmaktadır. Toplum tarafından onaylanmayan duygu, düşünce ve davranışların bilinç düzeyinde çıkarılmasından sorumludur. Persona ise “Toplumun, geleneklerin ve bireyin içsel arketipik gereksinimlerine, beklentilerine yanıt olarak bireyin takındığı maskedir.” şeklinde tanımlanmakta. Persona bize “uygarlığın” armağanıdır! Topluma ayak uydurabilmek için takındığımız maskelerimizdir. Gölgeyi bastırabilecek, dizginleyebilecek, güç personadır. Sosyal yaşantımızdan gölgeyi çıkarırsak personamız kalır şeklinde de formüle edilebiliriz bu ilişkiyi. İşte asıl mesele burda başlıyor. Gölge ayrıca, insanın hayvansal, tutkusal özellikleriyle kişiye canlılık, bütünlük ve üç boyutluluk kazandırır. Bundan mütevellit olacak ki Jung ve Freud toplumsal olmayan güdülerin yüceltilmesinden yanalardır. Bu da gölgenin enerjisinin farklı alanlara aktarılması gerektiğinin ifadesidir. Birey bunu ebeveylerinin ve öğretmenlerinin ona sunacakları sağlıklı ortamda kendisi gerçekleştirmelidir. Burada da içgörüsel öğrenmeye yani keşfetme devreye girer. Bu süreç elbette kolay olmayacak, gölge sürekli personanın baskısına ayak direyecek ve durumu zorlaştırır. Ama eğer ego ile gölge özdeşleşirse kişi kendini yaşam dolu hisseder. Böylece ego içgüdüsel güçleri yönlendirir. Böylece de bireyin bilinç dünyası genişler. Zihinsel ve bedensel işlevleri artar. En önemlisi, gölgenin içindeki ögeler bilinç düzeyinde kontrol altında tutulduğu sürece bilinçdışında etkisiz kalırlar. Ego işbirliği yaparsa kişi, canlılık, yaratıcılık, hareket kazanır. Bunları akademi merkezli ve oyun merkezli anaokullarıyla ilişkilendiririsek eğer, oyun merkezli anaokullarında gölge bastırılmıyor, oyun odaklı etkinliklerle keşfettirilmeye çalışılıyor bilinç düzeyinde fark ettirilip gölge yüceltiliyor sonucuna; akademi merkezli anaokullarında ise gölge persona ile bastırılıp bireyin spontanlığı, yaratıcılığı ve duygusallığı köreltiliyor ve sosyal ve duygusal anlamda problem yaratılıyor sonucuna varabiliriz.
KAYNAKÇA:
http://www.egitimpedia.com/arastirma-erken-yasta-akademik-egitimin-uzun-vadeli-zararlari-bulunuyor/