Adriyatik’in prensesi Kotor’dan hepinize merhaba. Bu yaz Eylül’e kadar burada, oğlumun yanındayım. Çook şirin, küçük, sakin, maviyi ve yeşili birlikte barındıran, hayatın, trafiğin yavaş aktığı bir yer burası. Dahası, Orta Çağın kokusunu doyası içinize çekebiliyorsunuz, tarihi dokusunu iyi korumuş. Orta Çağ mimarisini çok severim. Gizemli, sır dolu geliyor bana, belki bu yüzden çok seviyorum bu güzel şehri.
Burada her milletten insanı tanıma şansım oluyor, kısıtlı zaman diliminde olabildiğince diyeyim. Ve çok sayıda Türk geliyor Kotor’a turist olarak. Zeliha ve Özgün onlardan ikisi. Bu tatlı çifti burada tanıdım. Misafirimiz oldular ve misafirlikle başlayan haftayı kardeş olup bitirdik. Zeliş’in İngilizcesi ortalama bir Türke göre fena değildi, ama Özgün, hani biz İngilizce öğretmenleri sıkça deriz ya ‘anlıyor ama konuşamıyor’… İşte Özgün tam bu durumdaydı. Kasma kendini; markette, sahilde, nerede olursa konuş gitsin dediğimde, eşini gösterip ‘Zeliş moralimi bozup duruyor, yanlış konuşuyormuşum. Sustum artık, kendi konuşsun’ demişti.
Zeliş gözlerini iri iri açarak ‘Ama Mine ablaa… Cümlenin fiilini yanlış kullanıyor, ‘gittim’ diyecekse ‘went’ demesi gerekir, bu ‘go’ diyor, sonra her yerde am is are olur mu, özneyi unuttuğu bile oluyor’ diye kendini savundu. Gülüştük. Bir akşam Amerikalı bir kadın misafirimiz bize katıldı. Üçümüz gayet güzel ondan bundan laflarken Özgün uzaktan bakıyor, tek tük kelimeyle arada kendini hatırlatıyordu. Bir an ona döndüm. ‘Konuş işte, tam pratik yapılacak ortam, boşver doğrusunu yanlışını, merak et ve keyfine var’ dedim.
Canlandı, gaza geldi. Başladı parçalaya parçalaya bir şeyler söylemeye… Amerikalıya döndüm, ‘Söylediklerini anladınız mı?’ diye sordum. Bir yandan da içimden dua ediyorum, ne olur kabataslak anlasın diye. Gözlerini kısıp başını yavaşça salladı, ‘Evet’ dedi. ‘Gördün mü?’ dedim Özgün’e. ‘İki taraf içeriği anlıyorsa olay bitmiştir. Çok önemli bir şey olmadıktan sonra cümlenin şusunu busunu düşünme. Sözleşme yapmıyorsun, sohbet ediyorsun yahu.’ Özgün sonra hep bir şeyler konuştu ve çok eğlendi o akşam.
İtiraf ediyorum, evet, yaptım… Zeliş’in yaptığını öğretmenliğimin ilk yıllarında ben de yaptım. Her hatayı düzeltiyordum. Telaffuz yanlış mı? Hemen doğrusunu tekrar ettiriyordum. Fiil üçüncü halde mi olmalı? Anında hatırlatıyordum. Niyetim iyiydi elbette. Güzel konuşsunlar, aman kendilerini doğru ifade etsinler, en iyi şekilde öğrensinler vs.. Bunlardı sebep. Sonra baktım ki kaş yapayım derken göz çıkarıyorum, öğrencilerin çoğu hata yapmaktan çekindiği için kendini kapatıyor, bıraktım bunu. İşe de yaradı. Havaya kalkan parmak sayısı hayli arttı. Arada çok önemli hatalara yine dokunup doğrusunu hatırlatıyordum, ama hissettirmeden. Araya esprili şeyler koyarak… Sanki onu tam duymamışım da teyit ettiriyormuşum gibi mesela.
Okul yıllarında, eğer yabancı dil öğrenmek için belli bir sebebi yoksa -özel ilgi, yurtdışında yaşama, turizm sektörü gibi- öğrenciler yabancı dile bir hevesle başlıyor, ama zorlandıklarını hissettikleri anda kendilerini geri çekiyorlar. Bunda biraz hata yapınca diğerlerinin kendilerine güleceği düşüncesi, biraz da değişen dünyanın payı var. Gençler her şeyin kolayını istiyorlar normal olarak. Google translation mesela. Başaramadığını düşünen öğrencilerin sahte dostu. Bir yere kadar işe yarar, durum kurtarır, kabul ediyorum. Fakat yetmez ve her zaman istenilen anlamı veremiyor, güvenilir değil. Ayrıca, hiç bir zaman doğal bir sohbetin tadını veremez.
Konu uzun. Değinmek istediğim noktaya dönüp keseyim. Nasıl ki bir bebek/çocuk büyüklerini gözlemleyip taklit ederek anadilini öğreniyor ve konuşmaya başlıyor, yabancı dil öğrenirken de aslında öyleyiz. Hata yapa yapa öğrenilir yeni bir dil, yapsınlar, izin verelim bir süre. Bırakalım kasmadan, korkmadan konuşmaya alışsınlar önce. Bol kelime öğrenmelerini sağlayarak bu yolu açabiliriz. Tabii ki işin teknik yanını öğreteceğiz, hataları da düzelteceğiz. Ama, bir sonraki aşamada.
Hepinize güzel bir gün olsun 🍀