İnsan hayatı döllenmeyle başlar. Döllenmeden doğuma kadarki dokuz aylık dönem, hayatın en hızlı geliştiği dönemdir. İki yaşına kadar bebeklik ve yürüyen çocukluk döneminde dil gelişir, ilk adımlar atılır. Erken çocukluk (2-6 yaş) döneminde beden uzar, boy incelir. Hayali oyunlar oynanır. Orta çocukluk döneminde (6-11 yaş) kurallı oyunlar oyunlar oynanır, mantıklı düşünme süreçleri başlar, düşünce somut düzeydedir. Ergenlik döneminde (11-18 yaş) yetişkinliğe geçiş başlar, soyut düşünme becerisi kazanılır. Bağımsızlık, ergenliğini yaşayan insan için önemlidir. Bireysel farklılıklara, yaşantı deneyimlerine bağlı olarak ergenlik dönemi yaşı artabilmektedir. Bu durum, “gelişmekte olan yetişkinlik” kavramını ortaya çıkmıştır.
Ergenlik dönemindeki çatışmalar çok kıymetlidir çünkü kişilik gelişiminin önemli parçalarıdır. Bu bakımdan ergenliği bir sorun olarak algılamak, insanın gerçekliğine yüz çevirmek anlamına gelebilir. Ergenlik dönemindeyken insan, kendisini hayatın içinde var edebilme ihtiyacını baskın olarak yaşar. Davranış eğilimleri bağımsız olmaya, cesur tercihlerde bulunmaya yöneliktir. Daha öncesinde ağırlıklı olarak hemcinslerle kurulan arkadaşlıklar, karşı cinsle arkadaşlığı da kapsayan sosyal duygusal etkileşime evrilir. Beyin gelişimi açısından bakıldığında ergenlik dönemi son derece kritik bir önem taşımaktadır.
Sinaptik bağlar erken çocukluk döneminde gelişim göstermeye başlarken ergenlik dönemi bitiminde sonlanır. Beynin gelişim için maksimum deneyime ihtiyacı vardır. Deneyimler sonucu oluşan sinaptik bağlar beyin gelişimini etkiler. Yeteri kadar deneyim olmadığındaysa sinaptik budama gerçekleşir, bu durum insanın düşünme kapasitesini sınırlar. Beyindeki ön lob, üst düşünme – mantık merkezidir. Komutların yer aldığı limbik sistem, ön lobla bağlantılıdır. Ergen bireylerde limbik sistem ön lobdan daha önce gelişir. Bu durum ergen bireylerde duygu problemlerinin sebebidir. Ergenlik dönemindeyken insan, duygularını kontrol etmekte zorlanır. Duygularını inişli – çıkışlı yaşar. Kararsızdır, isyankârdır, ben merkezcidir; bunlarla birlikte dünyadaki gelişmelere ilgi duyar. Dış görünüş, karşı cins tarafından onaylama ihtiyacından dolayı oldukça önemlidir. Ailesinden çok, arkadaşlarını önemser. İlk aşk deneyimlerini yaşar ve dünyanın en büyük aşığının kendisi olduğunu, bir daha asla başka bir insana âşık olamayacağını düşünür. Duygusal olarak dipte gezinebilir veya uç durumlar yaşayabilir. Toplumun bir parçası olma, ait hissetme ihtiyaçlarından dolayı çeşitli grupların üyesi olarak kendisine bir kimlik oluşturmaya çalışır. Soyut düşüncenin temelini kavramlar oluşturur. Yetişkin bir insan kavram ve fikirlerle düşünebilir. Üst biliş kazanmıştır. Piaget’ye göre ise her insan soyut düşünme becerisini kazanamaz.
İnsanın kişiliğinin oluşmasında onun psikolojik alanı (aile, ailenin eğitim seviyesi, yakın çevre vb.) da etkilidir. Psikolojik alanı insanı hedeflerini ve davranışlarını belirler. Psikolojik alana etki eden ögeler ne kadar dengeliyse sağlıklı bir kişilikten o derece söz edilebilir. Çatışma durumundaysa kaygı ortaya çıkar. Ne var ki insan kendi yaşamında kendisi olarak varolma sürecindeyken pek çok çatışmadan geçer. Çatışma varoluş sürecinin kaçınılmaz bir ögesidir ve tam anlamıyla yok olmaz. Belli biçimlerde kendini gösterir; yineler, dengesizlik yaratır. İnsan, savunma mekanizmalarını kullanarak çatışmalarını düzenler. Fakat savunma mekanizmalarını aşırı derecede kullanmak sağlıklı değildir. İnsanın ideal benliği ve gerçek benliği vardır. İdeal benlikle gerçek benlik arasındaki uçurum patolojilere yol açar
İnsanın gelişim alanları fiziksel, bilişsel, sosyal duygusal olmak üzere gruplandırılır. Fiziksel gelişim alanı bedensel oranları, organları ve işlevlerini, motor becerileri kapsar. Bilişsel gelişim alanı bellek, dikkat, dil gelişimi gibi süreçleri içerir. Sosyal duygusal gelişim alanıysa bireyin kendisini – başkalarını anlama kapasitesiyle ilgilidir. İnsanın biyolojik, psikolojik ve sosyal gelişim boyutları ve ihtiyaçları vardır. Her gelişim döneminde karşılanması gereken ihtiyaçları insanın gelişimsel ihtiyaçlarını, hayatını sürdürebilmesi için gerekli ihtiyaçları insanın temel ihtiyaçlarını ve sevme sevilme, kabul, onay gibi ihtiyaçlarıysa insanın varoluşsal ihtiyaçlarını oluşturur.
Bazı insanlar sonuç odaklıdır bazıları süreç odaklı. Dengeli ve sağlıklı bir yaşam biçimi süreç odaklı yaşamayı gerekli kılar. Sonuç odaklı yaşamak, meşgul olunan işlerden keyif almamayı içerir, çabayı önemsiz kılar. Süreç odaklı olmaksa çabayı vurgular, öğrenme – deneyimleme süreçlerinden keyif almayı sağlar. Sonuç, çabanın insanı getirdiği noktadır. Kimi durumlarda çaba, elde edilen sonuçla doğru orantılı değildir. Sonuç odaklı yaşayan insan böyle bir durumda kaygı yaşayabilmektedir. Süreç odaklı olmak, davranışları yeniden düzenleyebilmeyi içerir. Bu durum aynı zamanda insanın bilişsel süreçlerini yeniden düzenleyebilmesiyle de ilgilidir. Stresle baş edebilme duygusal zekânın gelişimi açısından önemlidir. Freud’un psikanalitik bakış açısına göre erken çocukluk döneminde id – ego – süper ego arasında kurulan ilişkiler insanın temel kişiliğini oluşturur. İd, temel biyolojik ihtiyaçların kaynağıdır. Ego, kişiliğin bilinçli ve rasyonel tarafıdır. Süper ego vicdanı temsil eder. Ego, idin ve süperegonun isteklerini dengede tutmaya çalışır. İd’den gelen istekler, süperego tarafından baskılanamadığında patolojiler ortaya çıkar. Birçok bilim insanı ve yaklaşım insanı farklı şekillerde açıklamıştır. İnsanı anlayabilmek için tek bir bakış açısından ona bakmak yeterli olmayacaktır. İnsan karmaşık bir varlıktır. Her kuramın insanı açıklayabilecek bir niteliği vardır. Fakat eklektik bakış açısından faydalanarak insanı ve davranışlarını anlamlandırmaya çalışmak oldukça işlevseldir. Diğerleriyle birlikte olabilmesi insanın kendi başına kalabilme kapasitesiyle ilişkilidir. Kendi başına kalmakla yalnızlık aynı kavramları karşılamaz.
Yalnızlık hissi, bireyin kendisiyle birlikte etkileşim halinde olduğu insanları da kapsar. Kendini yalnız hissetmek, varoluşsal ihtiyaçların yeterli düzeyde karşılanmadığı anlamına gelir. Kendiyle kalamamak, başkasının varlığına tahammül edememeyi içerir. Bu durumdaki insan o kadar çok başkasının varlığına ihtiyaç duyar ki başkalarıyla iletişim kurma biçimi hem kaçma hem dâhil olmayı birlikte ve aynı anda taşır. Görünürde başkalarından kaçıyordur, aslında kendinden kaçıyordur. Kendine yabancılaşan insan kendine kör ve sağır olduğu gibi başkalarını da göremez ve duyumsayamaz. Başkalarının aynasında kendini göremedikçe derin bir boşluğa düşer. Anlamlandırılamayan boşluk duygusu böyle durumlarda oluşur. İnsan, kendisiyle yüzleşmekten, ruhunda derinleşmekten, kendini daha iyi tanımaktan kaçındıkça bunu etkileşimlerine yansıtır. İçindeki çatışma, sorunlu ilişkiler kurmasına veya ilişkilerini sürdürememesine sebep olur. Kendi varlığını yaşayamayan insan mutsuzdur. Davranışlarının olumsuz sonuçlarını başkalarına yükleyen bir tutumda kendini gösterir. Kabul görme ve onay ihtiyacı insanın en temel ihtiyaçlarından olduğu için bu ihtiyaçlarını karşılayamadığında kendisini dışlanmış hisseder.
İnsan sosyal bir varlıktır. Etkileşimde bulunmadığında biyolojik ve ruhsal olarak sağlığı bozulur. Gerçekte olmayan sesler duymaya başlar. Bu durum, insanın diğer insanlara muhtaç olduğunun da bir göstergesidir. Tek başına olmakla yalnız olmak arasındaki ince çizgi insanın kendisini konumlandıracağı yerde kendine bakışını anlamlandırır. Yalnız kalmak tıpkı sosyalleşmek gibi bir ihtiyaçtır. Kendiyle kalamayan birinin kendini anlaması, tanıması oldukça zordur. Kendini tamamen tanımaksa olanaksızdır. Yaşantılar ürettikçe kendinin bilmeyen yönlerini keşfeder insan. Mevcut şemalarla kurulan ilişkiler bazı durumlarda bir iletişim engeli olabilmektedir. Şemalar, etkileşim halinde olduğumuz insanların yeni bir dünya olduğunu insana unutturabilmektedir. Bu bakımdan iletişim engelleri oluşabilmektedir. Belli durumlarda, belli karakterlerin belli özelliklerine koşullanmak da bir iletişim engeli olabilmektedir. İnsan iletişim kurarken geçmişinden getirdiği şemalarla, koşullamalarla hareket eder. Kendilerine yabancılaşan bireyler insanların güvenilmez varlıklar olduklarını düşünme eğilimindedirler. Bu onları insanlara yaklaşmakta, ilişki üretmekte ve mevcut ilişkilerini sürdürmekte zorlar. Birey zamanla nevrotik eğilimler göstermeye başlar. İnsanların bireysel farklılıkları olduğu gibi biyolojik saatleri de farklılık gösterir. Bununla birlikte uyku düzeni beynin işlevlerini yerine getirebilmesi için son derece önemlidir. Melatonin hormonunun salgılanabilmesi için karanlık bir ortamın varlığı şarttır. Gece on bir ile iki saatleri arasında melatonin hormonu en yüksek seviyede salgılanır. Bu saatlerde uyumak, insan için elzemdir. Aksi durumda kimi sağlık sorunları ortaya çıkarabilmektedir.
İnsan mükemmel bir varlık değildir, olmakta olan kusurlu bir varlıktır. Personaları (maskeleri) olan insanın rolleri (anne, baba, eş, arkadaş vb.) vardır. Bazı durumlarda rol çatışması yaşar. Bunlar, gelişmekte olan kişiliğinin bir parçasıdır. Her insan bir potansiyel ile dünyaya gelir. Öldüğünde yaşamış olmak, bu potansiyeli açığa çıkarıp insanın kendi var oluşunu gerçekleştirebilmesiyle mümkündür. İnsanlık için bir buluş bırakan da doğaya atılan çöpleri kutusuna atan da penceresine konan kuşlara yem bırakan da kendini gerçekleştirme sürecinde olan insana işaret eder. Kendini gerçekleştirme sürecinde olan insanın kendinin dışına taşabilme kapasitesi vardır. Yaşantısı sadece kendi dünyasına dönük değildir, dokunduğu hayatlarda etki bırakır.
Kitapların insanı sağaltabilen bir özelliği vardır. Başka türlü bakmaya, görünenin ardına ulaşmaya yol açar kitaplar. İnsanın düşüncesinde yeni düşünce açıp kavram ve fikir dünyasını geliştirir. Kendini anlama yolculuğunda insana kıymetli bir yoldaş olur. Zweig’in Olağanüstü Bir Gece’de dediği gibi:
Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.[1]
Mavi Tuğba Ateş
[1] Stefan Zweig, Olağanüstü Bir Gece, Türkiye İş Bankası Yayınları, 8. Basım, Çev.: İlknur İgan