Şair ve yazar olan Ahmet Haşim, çocukluk yıllarında zorlu yaşantılar geçirmiş ve dışlanmışlık, kültüre entegre olamama, olumsuz benlik algısı, bulunduğu topraklara ait hissedememe, dezavantajlı mizacın getirdiği olumsuzluklar gibi sorunlar ile başa çıkmaya çalışmıştır. Yaradılışında keskin grafikler çizen bir insanın girift kişiliği bu çalışma ile analiz edilmeye çalışılmıştır.
‘’Diken ve taşları üstünde bir çetin râhın
Dağıldı nesc-i harîr-i ümîd-i mahrûmum
Ve mutlaka gelecek gölgelerle şimdi ölüm…’’
– Zulmet
Kenan Akyüz, Ahmet Haşim hakkında şunları söyler: ‘’Ahmet Haşim’in manevi hayatı, çetin bir kaderin çok erken başlayan belirtileri üzerine kurulmuştur. Ruhi dünyasına ve dolayısıyla şiirlerinin hakim atmosferine gereği gibi girebilmek ve nispeten aydınlık hükümlere varabilmek için, onun hayatının ve kaderinin özelliklerine dikkatle eğilmek, kaçınılmaz bir zaruret halindedir.”
Ahmet Haşim 1885 yılında Bağdat’ta doğdu. Babası Arif Hikmet Bey Bağdat’ın ünlü Alûsîzade ailesindendi. Annesi Sara Hanım da gene soylu bir aile olan Kâhyazadeler’in kızıydı. Bağdat vilâyetinde çeşitli devlet görevlerinde, bu arada mutasarrıflıklarda bulunan Arif Hikmet Beyin ikisi erkek üç çocuğundan en büyüğü olan Haşim, on yaşına kadar hep Arapça konuşulan çevrelerde yaşadı, doğru dürüst Türkçe öğrenemedi.
Sonradan anılarına dayanarak yazdığı şiirlerinden anlaşıldığına göre, Haşim’in çocukluğu annesinin sevgi çemberinde geçmiş, babası ona biraz uzak kalmıştır. Ciğerlerinden hasta olan annesini sekiz yaşındayken kaybetmesi ise yaşamındaki ilk büyük acıdır. Annesinin ölümünden üç yıl sonra Haşim, babası ile birlikte İstanbul’a geldi. Önce Türkçe öğrenmesi için bir okula gönderilen Haşim, ertesi yıl şimdiki adıyla Galatasaray Lisesi’ne kaydoldu. Babası Revendus’ta görevlendirilince Haşim, Galatasaray Lisesi’nde yatılı kalmaya başladı. Bu arada babası da orada tekrar evlenmişti. Haşim okulda çevresine yabancılık çeken, oyunlara, sporlara uzak duran, çekingen bir çocuktu. Önceleri edebiyatla da pek ilgisi yoktu. Sonra bir arkadaşının verdiği Fransızca çağdaş şiirler antolojisini okuyunca şiir yazma özlemine kapıldı. Şiir kitabının içinde Fransız sembolistlerin seçme şiirleri bulunuyordu. Ahmet Haşim, Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Reji İdaresi’nde memur olarak çalışmaya başladı. Bir yandan da hukuk okuyordu ama bu teşebbüsün sonu herhangi bir netice ile noktalanmadı, çünkü ilgisi hepten edebiyattan yana kaymaya başlamıştı. İkinci Meşrutiyet yıllarında Haşim İstanbul’daydı. Şiirlerini Fecri- Ati topluluğunun yayın organı olan Servet-i Fünun dergisinde yayımlandı. Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak Çanakkale Savaşı’na katıldı. Mütarekede askerden terhis olunca İstanbul’a geldi. Bir süre işsiz kaldı. Babası da ölmüştü. Haşim o süre zarfında çok sıkıntı çekti. Ne kadar bunaldığını şu sözleri açıkça anlatır:
“Muharebe oldu mu, sen Türksün, buyur cepheye! derler. Sulh olup da bir yerden iş, memuriyet istedin mi, haydi ordan Arap! diye savarlar.”
Diyabetik nefropati hastasıydı, buna rağmen yemeyi çok severdi. Vefat sebebi de bu hastalıktır. Nurullah Ataç’ın, şair hakkında yazdığı bir denemede Haşim’in ölümüne, kesinkes yediği son yemekteki yağlı dolmaların sebep olduğunu iddia eder. Peki, bu dolma hikâyesi doğru mudur? Yusuf Ziya Ortaç, bin bir türlü bir sevimlilikle yazdığı Ahmet Haşim portesinde (Bir Varmış Bir Yokmuş Portreler, s.98) dolma değil de domatesli pilav öyküsü anlatır: “Onu bir gün, sevgili evinden alıp Alman Hastahanesine götürdük: Yatağından çıkmış, giyinmeğe gitmişti. Yarım saat geçmiş, gelmemişti bir türlü. Merak ile odaları dolaştık, yok. Bir de baktık ki, mutfakta: Akşamdan kalma domatesli pilâv tenceresini kaşıklıyor!
— Haşim… Ne yapıyorsun Haşim!.. Diye üstüne atılınca mahzun mahzun boynunu bükmüştü: .
— Bırak Yusuf Ziya, nasıl olsa hastahanede tuzsuz; kabak haşlamasından başka şey yedirmeyecekler… Sonra acı acı gülmüştü:
— Ve nasıl olsa öleceğim, bari ağız tadiyle öleyim!”
Hastalığı ilerlediği vakitlerde devletin ve dostlarının yardımıyla tedavi için gittiği Frankfurt’tan değerli yolculuk anılarıyla döndü. Daha sonra bunları Frankfurt Seyahatnamesi adlı bir kitapla yayımlayacaktır… Son yıllarında kendisine bakan Güzin Hanım adlı dul bir kadınla nikâhlanmak istemiş, arkadaşları bu isteğini yerine getirmişlerdi, lakin bu evlilik sadece dört gün sürebildi. Hastalığının ağırlaşması üzerine kaldırıldığı Alman Hastanesi’nde, durumunun umutsuzluğu görülünce, yine evine gönderildi. Şairliğine saygı duyan bazı doktorların özel çabalarına karşın, bir yaz günü, kendi söyleyişiyle “Şairlerin en garibi”, Kadıköy’deki evinde öldü. Eyüp Mezarlığı’na gömüldü.
Özgürlükten Kaçış Kuramı, Hümanist Psikanaliz ve Erich FROMM
Erich Fromm, temel fizyolojik alanın çok ötesine geçen ihtiyaçlarımız olduğuna inanmaktadır. İnsan ihtiyaçlarının fizyolojik olduğu gibi, kendi varlığına cevap bulmaya yönelik de olması gerektiğini düşünmektedir. İnsanların sadece fizyolojik ihtiyaçlarını gidererek varoluşsal ikilemleri çözemeyeceğini söyler Fromm.
Ahmet Haşim, yemek yemeyi çok seven bir şairdir. Belki de hayatında çözümleyemediği sorunları yemek yerken bir anlığına da olsa unutmaktadır. Ayrıca çirkin olduğunu düşünüp aşağılık kompleksine sahip olduğundan dolayı hiç evlenmemiştir. Bazı kaynaklarda cinsel anlamda kendini yetkin hissettiğinden bahs eder, ancak o sadece hayallerinde cesurdur. Ahmet Haşim’de sürekli bir saldırganlık hali vardır. Bu da onu kendini sürekli diken üstünde hissetmeye, herhangi bir sözlü taarruza karşı tetikte olmaya mecbur kılar. Ahmet Haşim fizyolojik ihtiyaçlarını gidererek dertlerine çare bulamamıştır, çünkü onun ihtiyaçları fizyolojik olanlarının değil varoluşsal olanlarının doyurulmasıyla karşılanacaktır. İlişki ihtiyacı (relatedness), Haşim’in hayatında en çok göze çarpan ihtiyaçlarından biridir. İlişki ihtiyacı, insanın insan olmak uğruna doğadan kopuşu sonucunda yaşadıklarını ortaya koyan bir ihtiyaçtır. İnsan, doğadan kopuşuyla baş etmek zorundadır ve ayrılığın sebep olduğu bu boşluğun yerine sağlıklı ya da sağlıksız ilişkiler koyma gayreti içindedir. Bu ilişkiyi de kendi ayrılığını ve bütünlüğünü korumak koşuluyla diğerlerine duyacağı sevgi ile gerçekleştirmektedir. Haşim’in şiirlerinde sıklıkla tabiata yer vermesi ayrılan nesneye geri dönme özlemi içindeki bir arayışın ifadesi olabilir. Ahmet Haşim sürekli bir ilişki ihtiyacı içinde, arkadaşlarına rica ve minnet yoluyla başvurarak birçok kereler nişanlanmıştır, ancak bunların hiçbiri evlilik ile neticelenmemiştir. Çok sevdiğini söylediği kadınlarla, nikah günü yaklaşmaya başladığı zaman mazaret göstermeksizin ayrılmıştır. Bunlardan bir örnek şöyledir: Ahmet Haşim, Boğaziçi’nde oturan nişanlısının evine sık sık gider zaman zaman yatıya da kalırdı. Müstakbel damadının boğazına düşkünlüğünü bilen kayınvalide ise, şahane sofralar hazırlardı. Yine bir ziyaret gününde uskumru dolması pişirir. Haşim’in bu yemeği beğenmesi üzerine, ondan gizli üç uskumru dolmasını bir kağıda sararak şairin cebine koyar. Şair ertesi sabah işe giderken elini paltosunun cebine sokunca yağlı dolmalar onun parmaklarına sırnaşık uyuz bir kedi gibi sürünür. Avucuna bakar. Tiksintiyle dolmaları denize fırlatır. Evlilik iptal edilmiştir.
Bir başka nişanlılık olayında da, kayınvalidesinin boynunu, su akıtan bir ibriğe benzettiği için, onunla aynı evde kalamayacağını söylemiştir. Aslında Haşim’in nişan atma sebeplerine baktığımızda bunlar bize mantıksız ve sudan sebepler gibi gelebilir, ancak bu sebep perdesini araladığımız zaman zahir olan hakikati araştırmak zorundayız. Bazı bireyler ilişki ihtiyacının üstesinden gelebilmek için inkar mekanizmasını kullanır. Bu mekanizma, ilişkinin tam tersi olan Fromm’un narsisizm olarak adlandırdığı şeydir. Narsisizm, bireyin kendine olan aşkıdır. Doğrusu Haşim’in estetik olarak kendini beğendiği söylenemez. O daha çok yaptıklarıyla ve üstün şiir yeteneği ile kendini kabul ettirmeye çalışır. Kendisinin iyi ve seçkin bir şair olduğuna da yürekten inanır. Narsist, kendisine yarattığı suni gerçekle yaşamaya başlar ve sonunda asıl gerçeklikle olan temasını kaybeder. Haşim de ilişki ihtiyacını reddederek narsisistik bir eğilim gösterir. İlişki ihtiyacını reddetmesinde kendi bedenine ilişkin olumsuz algıları önemli rol oynamaktadır. Kendini yüzüne bakılamayacak kadar çirkin bulur Haşim. Arkadaşlarının söylediğine göre fazla çirkin bir adam sayılmaz ama kendisine bunu kabul ettirmek olanaksızdır. Şöyle sözler eder: ‘’Dün gece gözüme bir lahza uyku girmedi. Önce şu alnımın çıkıklığını düzeltsem acaba nasıl olurum? dedim. Sonra baktım ki, burnum da küçülmeye, biçime girmeye muhtaçtır. Haydi onu da yaptım farz edelim. Ya gözlerimin rengini nasıl değiştirebilirim? Ağzımla yanağım arasındaki yara izini nasıl silebilirim? Ya şu ya bu derken en sonunda bu kafayı dibinden kesip atmaktan başka çare olmadığını anladım.’’
Kendi bedenini sevmeyen ve kendinden memnun olmayan bir insanın başkalarını sevmesi ve ilişki ihtiyacını rahatlıkla karşılayabilmesi mümkün müdür? Cevabımız soruda gizlidir.
Fromm’un bir diğer kavramı olan aşkınlık / hakim olma ihtiyacını (transcendence) Haşim’de belirgin bir şekilde görebiliriz. Karen Horney’le ortak bir felsefeleri var gibidir sanki. Horney’in ‘’Güzel olamazsam ben de başarılı olurum.’’ dediği gibi fiziki olarak estetikten kendini mahrum gören Haşim, yine mayasına güzellik çalınmış bir sanatın kollarına kendini bırakmıştır. Hatta dışarıdan bakınca şiir ve Haşim o kadar birbirine zıt şeylerdir ki, öğrencisi Bedri Rahmi Eyüboğlu, hocası Haşim hakkında şunları söyler: ‘’Onu görünce güzel şiir yazabilmek için güzel bir insan lazım olmak gelmeyeceğini bir defa daha öğrenmiştim.’’ Bu sanatın ona ayrı bir güzellik kattığını ise yine Bedri Rahmi’nin şu sözlerinden anlayabiliyoruz: ‘’… Fakat biz ilk defasında çirkin bulduğumuz bu vücuda ve bize boğuk gelen bu sese ne kadar çabuk alışmış ve onun derslerini ne taşkın bir merakla, her hafta iple çekmeye başlamıştık.’’ Haşim’den şiiri çektiğimiz zaman geriye söven sayan, insanları kıskanan hatta yanında ondan başka biri övüldüğü zaman köpüren, dedikoducu, kibirli, duygusal olgunluğa erişememiş bir insan kalmakta. Bu tablo pek karamsar gelebilir ama şiir kusurları örten harika bir maske olduğu için bunları ilk bakışta fark edemeyebiliyoruz. Haşim’in çirkin bulduğu yüzünü bile örtebilecek kadar usta ellerden çıkmış bir maske…
Kendince yaradılışındaki kusuru, eksikliği gizlemek ve hayvani özelliklerini aşmak isteyen Haşim’in bunu insanoğlunun en vurucu ve estetik icadı olan şiirle yapma cesaretini göstermesi de kendi içinde bir güzellik ve yücelik barındırır. Gündüzlerden pek hoşlanmadığı bilinen şairin gece vaktini de sevmediğini söyleyebiliriz. Biri, diğerine göre zorunlu bir tercihtir. İkisinden birini tercihi yine kaçış psikolojisinin zorunlu bir gereği olarak algılanmalıdır. Zira o, içine düştüğü bu dünyanın realitesinden kaçmak arzusundadır. Dünya, öte aleme göre bir zulmet diyarıdır. Burada zorunlu olarak durulmaktadır. Yani cismin öteye geçmesi ya da aşkın bir varlığa dönüşmesi cismen / maddeten mümkün değildir. Zira kendisinin de gidememesi bunu apaçık göstermektedir. Aşkınlık ihtiyacını doyurmaya çalışırken karşılaştığı duygusal bariyerler Haşim’i epeyce yıpratır. Haşim’in hayatında ne yazık ki hiçbir zaman karşılayamadığı ihtiyaçlardan birisi de köklülük (rootedness) ihtiyacıdır. İnsanın köklere ihtiyacı vardır. İnsan, her ne kadar dünyaya yabancı olsa da dünyada kendini evinde hissetmek istemektedir. Birey, anne ile bağlarını korumak ister. Bununla birlikte büyümek, anne ile olan sıcak ilişkileri terk etmek zorunda olduğumuz anlamına gelir. Zorlu yetişkinlik döneminin üstesinden gelmek için bizim diğer insanlarla ilişkilerimizi güçlendirmeye ve yeni kökler oluşturmaya ihtiyacımız vardır. Eğer bu kökleri oluşturamazsak ve sürekli köklerimizin ve yuvamızın olmadığı fikri ile yaşarsak patolojik bir durum ortaya çıkabilir. Bu patolojiler Haşim’de de bariz bir şekilde görülebilir.
Haşim’in Bağdat doğumlu olduğunu ve 11 yaşında Türkçe bilmeden babası tarafından İstanbul’a getirildiğini hatırlayalım. Arkadaşları ona ‘’Arap Haşim’’ derler, şivesiyle alay ederlerdi. Çevresinde her şey; dil, ilişkiler, alışkanlıklar, töreler çocukluğunda gördüğünden başka türlüydü. Bu durum onda bir içine kapanmaya, yalnızlık duygusunun hüznüne alışmaya, geçmişe yani köklerine özlemle bakmaya yol açtı. Güzel günleri, annesinin yanında geçirdiği çocukluğundaydı. Arkadaş bulmakta, çevresine uymakta karşılaştığı güçlükler yüzünden oyunlara, sporlara da katılamıyordu. Fransızca öğrenme çabasına bağlanabilecek kitap okuma merakı, sonunda onu güncel Fransız şiiriyle karşı karşıya getirince, bu renkli dünyaya kendini kaptırması, edebiyata eğiliminin artması, tek başına yapabileceği bir işi, bir oyalanma yolunu seçmesi doğaldı. Haşim sonunda kendini Türkiye topraklarına bağlayacak bir kök bulmuştu. Öğretmeni Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun onu ‘’şair’’ diye çağırmaya başlaması, edebiyat meraklısı arkadaşları arasında bu yönüyle öne çıkması, yalnızlık çeken, Araplığı ikide bir yüzüne vurulup küçümsenen Haşim için çok önemli bir tutamaktı. Toprağa saldığı kök zayıf çıkmamış, onu esen rüzgarlara karşı merhum annesinin şefkati gibi sağlam bir şekilde sarıp sarmalamaya başlamıştı. Giderek edebiyat tek kaygısı oldu ama dışadönük değil, içedönük bir edebiyat, dış dünya ile ancak görünümler, renkler, ışıklar, seslerle ilişki kuran, onları da soyutlayarak, gerçek ilişkilerinden soyarak kullanan bir edebiyat. Haşim, okulu bitirdikten sonra arkadaşları gibi yüksek mevkilere geçemedi. Yarışma sınavlarıyla girilen küçük memurluklar, ek görevlerle geçindi. İşsiz kaldığı oldu. Şu sözler, onun bu konu hakkındaki duygularını açıkça ortaya koyuyor:
‘’Ben bir amele gibi her gün yevmiyemi kazanmaya muhtacım.’’
‘’Kırkını geçmiş bir adamın beyaz saçlarıyla, mektepten henüz çıkmış bir genç gibi hayatını tanzim edememiş bir vaziyette kalışından daha hazin bir şey tasavvur edemiyorum. Bütün nesiller yanımdan kahkahalar ve şarkılarla geçip gidiyor ve ben dünyanın nimetlerine hala bir dilenci gözüyle kenardan bakıp durmaktayım.”
Dilinden düşürmediği bir dize:
“Komadı gitti bu devlet bizi adem yerine!”
Haşim onurludur ama geçim sıkıntısı yüzünden ona buna boyun eğmek, iş bulmasına aracılık etmelerini dilemek zorundadır. Bu durum onu çok sıkar, kıskançlıklara, kötümserliğe, hırçınlığa, alaycılığa, yergiciliğe iter. Haşim’in yaşadığı çevrede özlediği şeyleri elde edememesi, gönlünce bir evlilik bile yapamaması kişiliğini büyük oranda etkilemiş ama onu mistik düşüncelere, öbür dünya kaygılarına sürüklememişti. Çocukluğunun güzel günlerine duyduğu özlem, geçmiş özlemi ya da nostalji olarak nitelenebilirse de, o daha çok, olmayan bir ülkenin, bir düş ülkesinin özlemini çeker, bunu şiirlerine de yansıtırdı. “Zulmet”, “Yollar” ve “O Belde” şiirlerinde ortak olan bir kaçış kavramı mevcuttur. Zulmet; şiir öznesinin kalmaya mahkum olduğu yer, Yollar; hedefe götüren araç ve O Belde ise özlenen, gitmek istenen nihai mutluluk ülkesidir.
Türkiye’ye kök salamamış olmanın etkisini Haşim’de görürüz. Ahmet Haşim’in yaşadığı dönemde Türk milleti çeşitli tehlikelerle karşı karşıya kalmış, bağımsızlığını bütünüyle yitirecek durumlara düşmüş, bir kurtuluş kavgası vermiş, bu kurtuluş kavgasında başarıya erdikten sonra da büyük bir dönüşüm geçirmiştir. Ne var ki Haşim bir şair olarak bu olaylarla hiç ilgilenmedi. Birinci Dünya Savaşı’ndaki yedek subaylığı dışında vatandaş olarak da memleketinin kurtuluşunda bir görev almayı hiç düşünmedi. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK için yazdığı duygusal övgü yazısı bir yana, Türkiye’nin geçirdiği büyük dönüşüm konusunda görüşlerini ortaya çıkarmadı. Bu ilgisizlik onun sanat anlayışından olduğu kadar, kişiliğinin özelliklerinden de kaynaklanıyor. Haşim’in bütün ilgisi kendine yöneliktir. Nitekim Haşim, pek çok aydın Anadolu’ya giderken ya da Anadolu’ya yardım etmenin yollarını ararken, İstanbul’da kalmış, Türk milletinin kurtuluş savaşına katkıda bulunmak üzere tek bir satır bile yazmamıştır. Buna herhalde çağa ağırlığını koyan Türkçülük akımının da büyük etkisi olmuştur. ‘’Sen ne karışıyorsun Arap!’’ denmesin diye Haşim kendi ülkesinde bir yabancı gibi yaşadı. Nitekim Çanakkale Savaşı üzerine şiir yazmaları için şairler savaş alanlarına götürülüp gezdirilirlerken, Çanakkale Savaşı’na katılmış olan Haşim’i kimse hatırlamamıştı. Onun gibi alıngan bir insan için ne büyük bir yıkım! O gün hatırlanabilseydi, belki Haşim’in sanatında da değişik gelişmeler görülebilirdi. Üstünde yaşadığı toprağı benimseyemedi, bir konuk gibi kenarda kaldı, olayları hep uzaktan izledi. Yalnız şunu da belirtmek gerekir: Evet, belki Haşim yaşadığı koşullar ve kişiliğinin olumsuz yönleri yüzünden çağındaki açılıma katılamadı, iyinin, doğrunun, ilerinin savunmasını yapamadı ama hiçbir zaman bunların karşısında da yer almadı. Sanat anlayışına sığınıp köşesine çekildi. Ülkesine kök salamamış olmanın verdiği yurtsuzluk hissini hiçbir zaman üzerinden atamadı.
Fromm’un diğer bir kavramı kimlik duygusunun (a sense of identity) Haşim üzerindeki yansımalarına bakalım. İnsan ‘’ben’’ diyebilen bir hayvan olarak tanımlanabilir. Fromm’a göre insanın ‘’ben’’ olabilmesi için kimlik duygusuna ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç o kadar güçlüdür ki bazen durumdan ortaya çıkan sinyaller için bir şeyler yaparak, bazen de duruma uyum sağlamaya çalışarak kimliğimizi bulmaya çalışırız. Ahmet Haşim’de kesinlikle benliğin kaybı gibi bir durum söz konusu değildir. O, grupla uyuşmayacak birçok özelliği bünyesinde barındırmasına rağmen zıt kutuplar arasında keskin grafikler çizen mizacından ödün vermemiş, insanlarla ters düşme pahasına prensiplerine ve bazen de sinir bozucu olabilen özelliklerine sıkı sıkıya sarılmıştır. Bağımsız, başkalarını taklitten uzak, kendine ait yani özgün bir kimlik sahibi olarak karşımızda durmaktadır.
Ahmet Haşim’in oryantasyon çerçevelerine (a frame of reference or orientation) baktığımızda pek de iç açıcı bir manzarayla karşılaşmayız. Oryantasyon çerçeveleri, insanın içinde yaşadığı dünyayı tutarlı olarak algılamasını sağlar. Her insanın sağlıklı ya da sağlıksız olmasına bakılmaksızın mutlaka bir oryantasyon çerçevesine ihtiyacı vardır. Dışarıdan bakıldığında Ahmet Haşim’in sağlıksız bir oryantasyon çerçevesine sahip olduğu görülür. Sağlıksız oryantasyon çerçeveleri, ölüm sevgisini (nekrofili), yıkıcılık, güç, servet, bağımlılık ve narsisizmi içerir. Nekrofilik yapısını şiirlerinde açıkça görmek mümkündür. Haşim’in şiirlerinde sular yanar, güller kanar, karanlıklar ufukları doldurur, annesi hasta, kendisi sürekli zulmettedir. Gece, mısraların üzerine ağır bir babaanne yorganı gibi örtülmüştür. Donuk gözler, yavaşlık, ölüm vardır. Dallarda bülbüller bile kanlı öter. Sevgilinin bile gündüzü sevmediğini, bu yüzden akşamları geleceği düşünür. Kuşlar siyahtır, yemleri gamdır. Yollar, sessiz ve kimsesizdir, meçhule gider. ‘’Sonbahar’’ şiiri baştan aşağı karamsarlık doludur:
Dökerken ufka donuk, kanlı bir ziyâ Eylül,
Ederek zülf-ü târümârâ hulûl
Gizli bir sesle ağlıyan ey bât!
Şimdi göklerde, katre katre, yanan
Necm-i mahmûru bir dakika nihân
Ederek, sonra eyliyen ikât,
Âh, ey bâd-ı hasta, bâd-ı keder…
O kadar nâtüvan ki gizli sesin,
Kendi derdinle kendin ağlarsın,
Sana derdin senin kifâyet eder…
İnsanın sorası geliyor: Güzelim eylül ayı neden ufka donuk, kanlı bir ışık döküyor? Işığa kan katmaktaki maksat nedir? Rüzgar darmadağın saçların arasına girerken neden ağlıyor? Bir genç kadının saçlarının arasında gezinen rüzgar halinden pekala da memnun olamaz mı? Ağlayan rüzgarların vehameti daha da artırılarak hasta ve kederli bir hale getiriliyor. En son rüzgar da kendi yalnızlığına terk edilerek, güçsüz hıçkırıklarının arasında bir başına bırakılıyor. Bazen Haşim’in hokkasının içinde mürekkep yerine kan dolu olduğunu sanacağım geliyor. Ya da diviti tam da şiir yazarken ah –u zar içinde kıvranıyormuş gibi. On dizeye bu kadar karamsarlık başka türlü nasıl sığdırılır tahayyül etmekte güçlük çekiyorum. Çocukluğunda tek sevgi kaynağı olan annesini yitirip öksüz kaldıktan sonra, gittiği yerlere de uyum sağlayamayan, yaradılışında türlü kusurlar bulan, hiçbir zaman hak ettiği yere gelmediğini düşünen ve bunda da pek haksız sayılmayan, yetişkinlik döneminde bile hala düzenini oturtamamış, yakın ilişkilerden uzak bir insanın bu kadar nekrofilik ögeler içeren şiirler yazması kaçınılmaz bir sondur.
Fromm’un sonradan eklediği varoluşsal ihtiyaçlardan biri de heyecan ve uyarılma ihtiyacıdır (excitement and stimulation). Bireyin bir hedefe ya da amaca doğru aktif olarak ilerleyebilmesi için heyecan ve uyarılmaya ihtiyacı vardır. Ahmet Haşim arkadaşlarının hemen hemen hepsi yüksek mevkilerde görev yaparken onun küçük memuriyetlerle iktifa etmek zorunda kalması onu daha yüksek yerlere gelmek için harekete geçirici bir güç etkisi göstermiştir. Arkadaşları arasında yalnızca onun üst görevlere getirilmeyişinin sebebi, milliyetinden ve ihmal edilmiş olmasından ziyade, yaradılışının hırçın ve fazla kuruntulu olmasındandır. Fromm, insanı sosyal ve kültürel özellikleri açısından inceler. İnsan, içinde yer aldığı toplumun ve kültürün etkisi altındadır. Ayrıca insanın sorunları ve kaygıları kültürel kökenlidir. Bu cümlelerden sonra Ahmet Haşim’i analiz edecek kuramın Özgürlükten Kaçış Kuramı’ndan başka bir kuramla daha iyi ifade edilemeyeceğine karar verdim.
Fromm, kişiliğin yapısında iki tür uyarlanma olduğundan bahs eder: Durağan ve devingen. Ahmet Haşim’in Bağdat’tan İstanbul’a gelişiyle birlikte kesinlikle devingen bir uyarlanma içine girdiğini söyleyebiliriz. Tamamen yeni adetler, normlar, koşullar altında sancılı bir değişim dönemi geçirmiştir. Devingen uyarlanma yaşayan kişilerde oluşması muhtemel yoğun düşmanlık duyguları Haşim’de de kendini göstermiştir. Okul arkadaşlarına, meslektaşlarına hatta müstakbel kayınvalidelerine bile bu olumsuz duyguları aksettirmiştir. Birey, devingen uyarlanmada duygularını ifade edemez, bastırır ve kişilik yapısında devingen bir değişim uğrar. Haşim de tüm gün boyunca bastırdığı duyguları gece olunca göl kenarlarında suları yakarak, gülleri kanatarak, esen rüzgara çirkef bakışlar atarak boşaltmaya ve homeostasisini sağlamaya çalışmaktadır. Haşim’in devingen uyarlanma sonucu oluşan olumsuz duyguları kendine de yansıttığı şu dizelerden anlaşılabilir:
Bu cehennemde yetişmiş kafaya
Kanlı bir lokmadır ancak mihenim
Ah ya Rabbi, nasıl birleşti
Bu çetin başla bu suçsuz bedenim?
Piyale, 1926
Özgürlükten kaçış, tam da Haşim’i anlatan bir tabirdir. Fromm’a göre bireyin kendisini dış dünyaya bağlayan göbek bağından kurtulması, özgürleşmesi anlamına gelir. Aynı zamanda bu bağlar bireyin ait olduğunun, güvende olduğunun ve köklerinin bir yere bağlı olduğunun duygusunu vermektedir. Bu bağlara Fromm ‘’asal bağlar’’ ya da ‘’ilk bağlar’’ adını vermektedir. Haşim’in annesinin vefatı ile bu bağlardan biri olanca gürültüsüyle kopmuş, diğer en önemli kopuş ise Bağdat’tan İstanbul’a gelişiyle olmuştur. Aslında Haşim’in kendisiyle arasındaki bağ da bu dönemlerde zayıflamaya başlamış, daha sonra kendini kendine bağlayacak bağlardan mahrum kalmıştır. Kişi bu bağlardan kurtulduğunda ve bireyselleştiğinde yeni bir durumla karşı karşıya kalır: Kendisini dünyasının koşullarına uyarlamak. Bireyleşme sürecinin diğer sonucu ise giderek yalnızlaşmaktır. Bu durum çaresizlik ve kaygı duygularını da artırmaktadır. Haşim bu zorlu koşullara tek başına göğüs germiş ve kendini yeni koşullara uyarlamaya çalışmıştır, ancak asi ve keskin mizacı buna elverişli olmadığından gittikçe yalnızlaşmış, kendini elemin kara saçlarında çözülmeyen bir örgü olmaya sürüklemiştir.
Bireye güven veren temel bağlar koptuğunda kişinin önünde iki yol vardır: Birincisi ‘’olumlu özgürlük’’ denilen ve kişinin bireysel bağımsızlığından ve bütünselliğinden ödün vermeden insanla, doğayla ve kendisiyle bir bütün haline gelmesidir. Apaçıktır ki bu maalesef Haşim’de zuhur edemeyen bir haldir. İkincisi ise kişinin özgürlüğünü feda ederek bireysel beniyle dünya arasında oluşan boşluğu ortadan kaldırması ve yalnızlığını yenmeye çalışmasıdır. Açıkçası bu da Haşim’de istikrar göstermeyen bir haldir. Kendi yalnızlığına boğulan ve dışarıdan neredeyse halinden memnun görünen Haşim’in ara ara gelen romantik ilişki yaşama ihtiyacı bu süreğen yapıyı bozmaktadır. Binbir heyecanla yeniyetme delikanlılar gibi sevdiği kadınların peşinden koşup onlarla nişanlanan Haşim, sudan sebepler yüzünden nişanı atmaktadır. Hatta bir keresinde nişanı attıktan sonra o kadar rahatlamıştır ki, çevresindeki herkesi müstakbel nişanlısı ve kayınvalidesinden kurtulduğu için buselere boğar. Önce sevmenin ve koca olmanın sorumluluğunu üstlenmeyi göze alan Haşim, bir süre sonra bunlardan Gulyabani görmüşçesine kaçmaktadır. Bu da özgürlükten kaçış tabiri kadar girift bir durumdur. Bu durumdan kurtulmak için bazı kaçış mekanizmaları kullanılır. Bunlardan biri yetkeciliktir (otoriteryanizm). Birey, yitirdiği asal ya da diğer adıyla temel bağların yerine ‘’ikincil bağlar’’ aramak adına bireysel bağımsızlığından vazgeçer ve kendi benini kendi dışındaki bir şey ya da kimse ile kaynaştırmaya çalışır. Bu kişilerde mazoşist ve sadist istekler görülebilmektedir. Tahmin edilebileceği üzere Haşim’de mazoşist istekler yönüne bir kayma olmuştur. Yoğun güçsüzlük, değersizlik ve aşağılık duygusu yaşayan bireyler bu durumdan yakındıkları ve kurtulmak istedikleri halde bilinçsiz olarak mazoşist eğilimler gösterirler. Haşim’in geçim darlığından şikayet edip kendine gelen bazı cazip iş tekliflerini somut hiçbir sebep yokken hakaret addedip reddetmesi, ilişki ihtiyacından doğan dayanılmaz boşluğu doldurmak için yaptığı hararetli izdivaç girişimleri ve sonra bunları kabuk değiştiren yılan gibi üzerinden atması garip durumlardır. Asıl garip olan bunların yokluğundan rahatsız olup elde etme girişimlerinde bulunması, hayal ettiği şeyleri elde edeceğini anladığı zaman da onları reddederek dayanılmaz bir rahatlama ve mutluluk duymasıdır. Eğer hayalindekileri elde ederse kendine acıma zevkinden kendini mahrum bırakmamak için bu bize anlamsız gelen zekice yola başvurmaktadır Haşim. Tabii ki bu sağlıklı bir durum değil, mazoşizmin göstergeleridir.
Haşim’e haksızlık etmek istemem. O, gerçekten büyük bir şair, hassas bir kalp ve ince bir fikir sahibi. Hayvanları ve insanları çok sevdiği söyleniyor. Kedisi ile küsse bile hemen barıştığı da. Evine gelen misafirler, sevmediği insanlar olsa bile onları büyük bir ihtimamla ağırlıyor ve güler yüz gösteriyor. Haşim’de yıkıcılık (kötü huylu saldırganlık) dili aracılığı ile diğer insanları vuruyor. Buna bir örnek olarak şu nükte verilebilir: Ahmet Haşim, eserini basacak kitapçıdan mühimce bir para istemişti. Tabii vermeyecekti. Şair ısrar edince, kitapçı ilk defa mahcup oldu. Fakat intikamını almak için bir hileye müracaat etti: – Benim gözlerimden biri camdandır, İsviçre’de yaptırdım. Hangi gözümün cam olduğunu fark edebilirseniz, istediğiniz parayı hemen veririm. Başkaları da vardı. Haşim, kitapçıyı dikkatle süzdü:
– Sağ gözünüz cam! dedi. Adam sordu:
– Ne bildiniz?
– İlk defa olarak o gözünüzde bir insaf parıltısı gördüm.
Haşim’i şöyle özetleyenler çoğunluktadır: Sinirli, tepkilerini saklamayan, açık ruhlu, övmekten çok yeren, kınayan, alaya düşkün, mağrur ve bencil, kanmamış bir ruhun azapları ve kavramları içinde ne topluma ne de arkadaşlarına ısınan bir kişiliktir. Bu nedenle manen sürekli yalnız kalmış, hoşlandığı tek şey güzel ve bol yemek yemek olmuştur. Fromm’un kavramı olan otomaton konformiteyi (robot uyumluluğu) Haşim’de görmek neredeyse imkansızdır. Otomaton konformitede birey kendi olmaktan çıkar ve kültürün kendisine sunduğu kişiliği benimser. Toplumun kendisinden olmasını istediği kişi olur, bu sayede yalnızlık ve güçsüzlük duygularından kurtulur. İnanmak zorunda olduğu kültürün etkisi altına girer, başka bir deyişle yapay düşünceler ortaya çıkar. Görüldüğü üzere Haşim, gruba uymayı, getireceği kazançlara ve konfora rağmen reddetmiş, nevi şahsına münhasır bir insan olarak, yalnız duruşunu bir köşeye çekilerek muhafaza etmiştir. Eleştirel düşünebilme yetisini korumuş, ruhu her dem derin isyan dalgaları ile yıkanmıştır. Kendine, topluma ve hatta Yaradan’a varacak kadar kuvvetli ve serin dalgalar…
Olumlu özgürlükte, birey özgür olabilir ve yalnız kalmaz, aynı zamanda da eleştirebilir. Garip gibi gelebilir ama bu hal Haşim üzerinde mevcuttur. Onu sürekli yalnız bir adam olarak tasvir etmiş olsak da bu yalnızlık maddi değil manevi boyuttadır. Çevresinde her zaman şair ve yazar dostları, iş arkadaşları, evlilik teşebbüsünde bulunduğu insanların çevreleri var olmuştur. Haşim’in yalnızlığı mecburiyetten değil tercihten ötürüdür. Etrafındaki insanları kendi eliyle uzaklaştırmıştır. Haşim, başkalarının dediğine göre hareket etmez, kafasına eseni ve kendince makul gördüğü şeyi yapar. Her ne kadar kendini mahpus gibi görse de, ben özgürüm diyen çoğu prangalıdan daha özgürdür. Fromm’a göre çocukların kendilerini dış çevreden ayırmaları doğumlarından sonra birkaç yıl içinde oluşmaya başlar. Ayrıca çocuğun anne ve babasıyla kurduğu ilk bağlar çocuğa temel birlik ve güven duygusu verir. Haşim’in annesi ile kurduğu ilk bağların güvenli olduğunu söyleyebiliriz. Babası ise daha katı ve despot bir kişilik olduğu için özellikle annesinden vefatından sonra, ondan çok şefkat ve ilgi görememiştir. Bir çocuk asla annenin rahmine dönemeyeceği gibi bireyleşme sürecini de ruhsal olarak tersine çeviremez. Çocuk, bilincinde kendini mutlu ve güvende hissedebilir ancak bilinçaltında bu duyguların karşılığını ödediğini ve kendi benliğinin bütünselliğinden vazgeçtiğini kavrar. Haşim de şiirlerinde annesine çokça yer vermiş, şiirindeki bütün kadınları annesine benzetmeye çalışmıştır. Onun için mutlu ve güvenli günler annesi ile yaptığı ırmak boyu yürüyüşleri hep muhayyelatında saklı ve korunaklı bir yerde kalmıştır. Şiirlerinde sürekli o günlere yaptığı vurgular vardır:
Nehrin uzanan sâhil-i ru’yasını dinler.
Pûşîde kadınlar, bu kamer gözlü kadınlar
Hep hâtıralardır ki geçen günlere inler.
Hep hâtıralardır ki ziyan ufku sararken,
Sessizce gelir hepsi gezer rûhumu birden…
Ahmet Hâşim (1909, Piyâle)
Bireyin yetiştirildiği aile de özgürlükten kaçış mekanizmalarında etkilidir. Fromm iki tür sağlıksız aile modelinden bahs eder: Simbiyotik ve geri çekilmiş / yıkıcı aileler. Simbiyotik ilişki, iki kişinin birbirinden ayrışmadığı ilişki türüdür ve simbiyotik ailelerde çocuklar kendi kişiliklerini ortaya koyamaz ve ailelerinin istedikleri kişi olurlar. Eğer Haşim’in annesinin ömrü vefa etseydi, ikisi arasında böyle bir ilişkinin oluşması muhtemeldi. Haşim’in annesine olan düşkünlüğü, babasının katı mizacı onu simbiyotik bir ilişki içine çekebilirdi. Geri çekilmiş / yıkıcı ailenin görevini ise Haşim’in babası yerine getirmiştir. Onu hiç tanımadığı bir ortama bıraktıktan sonra tayini sebebiyle başka bir yere gitmiş ve orada tekrar evlenmiştir. Haşim’in hayatında babasının tek görevi ona maddi destek sağlamak gibidir. Babası vefat edince ondan gördüğü tek iyilik de böylece son bulmuş olacaktır. Eğer Haşim sevgi ortamı içinde büyümüş olsaydı kendini de sevecek ve kabul edecek, böylece romantik ve yakın ilişkiler kurma konusunda daha yetkin olacak ve çevresi tarafından yıkıcı değil, daha yapıcı ve iyimser bir kişilik olarak görülecekti. Hatta belki şiirlerinde güller kanamaz, gülerdi. Kim bilir… Haşim’in karakter tipine daha önce değindiğimiz için burada sadece özet geçmekte yarar görüyorum. Aslında Haşim biyofilik özellikler taşımasına rağmen genel anlamda nekrofiliktir. Yaşamsever özelliklerine üretkenlik, misafirlerine ikramı ve sevgisi, kadınlara kolayca aşık olması, sanatçı ve üretken tarafı örnek olarak verilebilir. Nekrofilik yönünden ise genişçe bahs etmiştik.
Haşim’in karakter yönelimi alıcı yönelim (the receptive orientation) ve istifçi yönelim (the hoarding orientation) üzerine yoğunlaşmıştır. Eser miktarda üretken yönelim (productive orientation) de görülmektedir. Alıcı yönelime sahip insanlar ihtiyaç duyduklarını elde etmeyi isterler, bunun hemen gerçekleşmeyeceğini anlarlarsa beklerler. Bütün sahip oldukları şeylerin kendilerinin dışından geldiğine inanırlar. Bu karakter yönelimi Haşim gibi mazoşist otoriterlik biçimine sahip olmayla da ilişkilidir. Alıcı yönelimde ağız en önemli organdır ve yemekten zevk alırlar. Bunun Haşim’i ne kadar iyi anlatan bir madde olduğunu anlamak için domatesli pilav yediği sahneyi gözünüzün önüne getirmenizi rica edeceğim. Haşim’de istifçi yönelimden de katreler bulmak olasıdır. Biriktirici yönelimi olan kişiler dış dünyadan bir şey alabileceklerine inanmazlar ve ancak biriktirdikleri, tutumlu olup artırabildikleri zaman kendilerini güvende hissederler. Haşim de belli bir yaşın üzerine çıktıktan sonra devletten bir şey alamayacağını anlamış (yüksek bir memuriyet vs.) , kendi iç dünyasına daha da çekilmiştir. Toplum tarafından da yeterli ilgiyi göremediğinden şikayetçidir. Şu anekdot buna bir örnek teşkil edebilir: Ona takılmayı seven muziplerden birisi ‘’Ahmet Haşim’’ demiş. “Siz son devir edebiyatımızın en parlak simasısınız. Bütün arkadaşlarınız memleketin en yüksek mevkilerine geçtiği halde, siz hala bir lisede öğretmenlik etmektesiniz.” Bu şaka Haşim’i çileden çıkarmış, aylarca kükretip kıvrandırmıştır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na yazdığı mektupta şu satırlara yer vermiştir: “Ben mezbeleye atılmış bir abide gibiyim. Benim şahsımda sanatın ve edebiyatın ezeli kutsiyeti bir küfre heder olmuştur. Bunun günahı hepinize ve bütün memlekete raci değil midir?’’
Artık dışarıdan gelecek bütün ümitlere kapılarını kapayan Haşim onu mutlu eden tek şeye, hatıralarına sıkıca bağlanmıştır. İstifçi yönelime sahip kişiler geçmişe tutunurlar ve hatıralarla yaşamayı severler, tıpkı Haşim gibi. İstifçi yönelime sahip kişilere göre ölüm ve yıkıcılık hayattan ve gelişmeden daha gerçektir. Bu kişilere göre insanlarla sıkı fıkı olmak tehlikelidir ve başkalarından uzak durarak ya da tek kişiye sahip olarak kendilerini güvende hissederler. Aslında Haşim’in yalnızlığı ona bir güven de veriyordu diyebiliriz. Haşim’de üretken yönelimden de izler vardır. Üretkenlik, bir anlamda kişinin kendine özgü imkanlarını gerçekleştirmesi, kendi güçlerini kullanabilmesidir. Haşim hayal gücünü ve yaratıcı kimliğini kullanarak Türk edebiyatına muazzam eserler bırakmıştır. Yaratıcı etkinlikte bulunma üretken yönelimin en önemli özelliğidir. Açlık ve baskının tersine insanın yaratıcı etkinliğini ortaya koyabilmesi için özgürlük ve ekonomik güvenlik önemli bir etkendir. Bu durum da ancak uygun toplumsal düzen ile gerçekleşebilir. Haşim’in yaratıcılığına ekonomik engeller gem vuramamıştır, kendini ait olduğu topluma bağlı hissedememesi de… Sonuç olarak Fromm’a göre, bu yönelimler içinde bulunan çağın özelliklerinden ve sosyal çevreden etkilenir. Ayrıca insanların yaşam tarzları ve iletişim biçimleri de karakter yönelimleri ile ilişkilidir. Haşim bu kişilik tahlilini görse acaba memnun olur muydu? Pek sanmıyorum. Bütün olumsuz durumlara rağmen büyük şairin hakkını teslim etmek gerekir. Ruhu şad olsun…
Psikolojik Danışman
Merve ALATAŞ
Kaynakça
Çetin N. M. (1947). Ahmet Haşim’in kaynakları hakkında bir deneme. Türkiyat Mecmuası, 11, 183-212.
Fuat, M. (1977). Ahmet Haşim. İstanbul: De Yayınevi.
Geçtan, E. (2018). Psikodinamik psikiyatri ve normaldışı davranışlar. İstanbul: Metis Yayınları.
Gençtanırım Kurt D. & Çetinkaya Yıldız E. (Ed.) (2019). Kişilik kuramları. Ankara: Pegem Yayınları.
Kanter, M.F. (2011). Tevfik Fikret ve Ahmet Haşim’in şiirlerinde ütopya. International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume, 6, 963- 972.
Karabulut, M. (2015). Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin’in şiirlerinde melankoli. International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume, 10, 507- 520.
Kocabay H. (2010). Ahmet Haşim şiirlerinde zaman. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Bilkent Üniversitesi, Ankara.
Kocakaplan İ. (2001). Ahmet Haşim. İstanbul: Timaş Yayınları Tan M. (2017). Ahmet Haşim’de ötelere kaçışın başlangıç yeri olarak ‘’zulmet’’ şiiri. International Journal of Languages Education and Teaching, 5, 499-510.
Yetkin, S. K. (1938). Ahmet Haşim ve sembolizm. Ankara: Cumhuriyet Halk Partisi Yayını.