Büyük filozof Platon “Kendini yönet; dünyayı yönetecek gücü bulursun.” diyerek insanın kendini yönetebilmesinin önemini vurgulamıştır. Yunus Emre, “Sen kendini bilmezsen, ya nice okumaktır” deyişiyle kendini bilmeyen bir insanın ne yaparsa yapsın, ne kadar alim olursa olsun faydasız olacağını dile getirmiştir. Benzer şekilde; Delphi tapınağının girişinde de “Kendini bil ve hiçbir şeyde aşırı gitme” yazmaktadır. Lao Tse ise “Başkasını yenen kişi güçlüdür; kendisini yenen ise kahraman” demektedir.
Tarihteki bazı büyük şahsiyetlerden örneklerini verdiğimiz “kendini bilmek”, “kendini yönetmek” ve “kendini yenmek” gibi kavramlar bizi esasta insanın kendisini tanıması olarak ifade edebileceğimiz daha temel bir noktaya ulaştırmaktadır. Kendini tanıma ise kuşkusuz, bireyin kendisi hakkında düşünme; bir nevi içsel yolculuk yapabilme ve kendisine karşı dürüst olabilme sürecidir. Kendini yönetme gücü için kendini tanımış olmak bir ön koşuldur. Dışarıdan gelen etkiler ölçüsünde değil; “kendiliğini” oluşturan ölçülere göre hareket etme becerileri geliştikçe, kişi kendisini tanıyor ve yönetebiliyor demektir. Kendi istek, ihtiyaç ve beklentileri doğrultusunda değil de dışsal bir otoritenin yönlendirmelerine uygun davranan kişi ise ya kendini tanıyamamış ya da tanısa bile kendisini yönetecek gücü henüz geliştirememiştir.
Şüphesiz; insanın kendini tanıması ve yönetebilmesi “birey” olma yolundaki en temel becerilerdendir. Bu becerileri kazanamayan kişi asla birey olma noktasına erişemez. Bireyleşme sürecine küçük yaşlarından itibaren girmesi kişi üzerinde daha etkili olmaktadır. Aksi halde bu becerinin yetişkinlikte kazanılması çok zordur. Denildiği gibi “Ağaç yaşken eğilir.” Öyleyse çocuk nasıl bireyleşecek yani kendini yönetme becerisini nasıl kazanacaktır?
Bu durumda en büyük sorumluluk öncelikle aileye düşmektedir. Aile içinde kendini tanıma ve kendini yönetme becerilerini geliştirecek bir ortam çocuğa sağlanmalıdır. Oysa Gordon (2005) tarafından da ifade edildiği üzere; dayak, sözel ve psikolojik şiddet gibi yöntemler çocukları disipline etmek (!) amacıyla ebeveynler tarafından hala yaygın biçimde kullanılmaktadır. Buluç’un (2006) deyimiyle aile içinde çeşitli sebeplerle başlayan bu şiddet çocuk tarafından okul ortamlarına taşınmakta; okulların güncel sorunları nedeniyle de yaygınlaşarak devam etmektedir. Ancak aynı yazarın aktarımına göre okullar yine de şiddeti önleyebilecek mekanizmalara sahiptir. Daha da önemlisi, şiddet davranışlarına erken yaşlarda pozitif yaşamsal becerilerin kazandırılması ile ket vurulması sağlanabilir.
Bizce bu yaşamsal becerilerin en önemlisi bireye kendini yönetme becerisinin; diğer bir deyişle iç disiplinin kazandırılmasıdır. Çünkü yukarıda bahsedilen her türlü aile-okul içi şiddet türleri çocuklar üzerinde bir dış disiplin aracı olarak kullanılmaktadır. Oysa, iç disiplin sistemi gelişmiş çocuklarda dış disiplin araçlarına ihtiyaç duyulmamakta; çocuk kendini yönetebilme becerisi kazanarak dışsal bir otoritenin boyunduruğuna girmekten kurtulmaktadır. Bu doğrultuda ikinci büyük sorumluluk okullara düşmektedir. Okullar öğrencilerde iç disiplini geliştirebilir mi?
Bu noktada Gordon (2005) tarafından dile getirilen ve kendi sınıf yönetimimde de uyguladığım “katılımcı yönetimi” ve buna ait iki uygulamamı aşağıda örnek vereceğim. Öğrencilerimin dış disiplin yani dışsal bir otorite, bu ben oluyorum, tarafından değil kendi iç disiplin mekanizmalarını harekete geçirerek kendi eğitimlerinin sorumluluğunu almalarını istiyorum. Öyleyse onlara bu fırsatı sunacak şartları yaratmam gerekli. Aslında okul bunun için çok uygun bir mekan. Onlara fırsatlar sunabilmem için uzun bir zaman dilimi ve çeşitli ortamlar, materyaller mevcut. Baştan söylemeliyim; katılımcı yönetim ne kadar erken uygulanırsa öğrencileriniz o kadar iç disiplinli hale gelecektir. Bu da onlara özgüven kazandıracaktır.
Artık bütün dünyada çalışan-işveren arasındaki keskin sınırlar kalkıyor. Çalışanların daha fazla demokratik hakları var. “Yönetişim” olgusu ön plana çıkıyor. Bunu sınıfta niye uygulamayalım? Ben otorite gücüme dayalı pek çok yetkiyi öğrencilerime paylaştırıyorum. Ödev kontrolü, sınıf panolarının düzenlenmesi ve güncellenmesi, sınıf kitaplığından kitap alanların kaydının tutulması, vb… Bu sorumlulukları özellikle akademik başarısı düşük öğrencilere veriyorum ki hem onları gözden çıkarmadığımı görsünler hem de özgüvenleri gelişsin. Çünkü bu tür öğrenciler sınıfta pasif kalabiliyor. Notları düşük olduğu için söyleyeceklerinin yanlış olduğunu düşünerek sınıfta söz almaya çekiniyorlar. Muhtemelen aile veya okul ortamında dış otorite tarafından konuşmaları kısıtlanmış, “Sen sus, büyüklerin lafına karışma” denilerek bir kenara itilmiş çocuklar oluyor bunlar.
Katılımcılığa yönlendirmek için bir başka yöntemimde ise sınıf içi öğrenme grupları oluşturarak işbirlikli çalışma ve akran öğrenmesini teşvik ediyorum. Grupları öğrenciler oluşturuyor ve aralarındaki işbölümünü yine kendileri planlıyor. Zaman yönetimlerini kendileri organize ediyorlar. Öğrenme gruplarının öz değerlendirmelerini yapmaları için bir form hazırladım. (Formun indirilebilir versiyonu web sitemde bulunmaktadır). Daha sonra formu not kaygısı gütmeden doldurtup altına kendi görüşlerimi yazarak onlara teslim ediyorum. Böylece kendi değerlendirmelerini de yapmış oluyorlar. Bireysel olarak yarışma yerine birlikte öğrenmenin yani bir nevi kazan-kazan durumunun tadına varan öğrenciler grup çalışmalarına daha çok katılıyor. Çünkü sınıf arkadaşını kendisine artık rakip olarak görmüyor. Birlikte öğrenmelerinin grup başarısı, dolayısıyla bireysel başarıları için önemli olduğunu fark ediyor. Üzerindeki not kaygısı, dış otoritenin yarattığı stres ve baskı kalktıktan sonra çekingen öğrencilerdeki pozitif değişimi açıkça görebilirsiniz.
Katılımcı yönetimle hem öğrencilerinizde iç disiplin bağlamında ciddi değişimler yaratabilir hem de üzerinizdeki yükü hafifletebilirsiniz. Böylece öğretmen olarak, sınıfta katı bir otorite figürü olmaktan çıkar ve bir öğrenme yoldaşı haline gelirsiniz. Öğrencilerime hep ifade ettiğim gibi “Bizler sınıfa kimseye bir şeyi dikte etmek için değil; birlikte ve birbirimizden öğrenmek için giriyoruz.” Emin olun bu anlayışın yerleştiği sınıflarda hem eğitsel hem akademik başarı anlamında gözle görülür farklar yaratılabiliyor. Şiddet ve disiplinsizlik olayları büyük ölçüde azalıyor, çünkü; hiçbir öğrenci buna gerek duymuyor. Yaşadığı sorunun katılımcı yönetim içinde birlikte çözülebileceğini biliyor. Klasik ödül-ceza sistemi ise öğrencileri sizin gözünüze girmek için sadece “kurnazlık” yapmaya teşvik ediyor. Bu sistemle günü kurtardığını düşünen öğretmen “gönül rahatlığıyla” evine giderken, gerçekte eğitsel anlamda hiçbir faydası olmuyor. Sonra da bu öğretmen pek çok şeyin ters gittiğinden yakınıyor!
Bu bağlamda konuyla ilgili soru, görüş ve önerilerinizi ya da benzer uygulamalarınızın sonuçlarını benimle paylaşırsanız çok memnun olurum. İşbirlikli değerlendirme formunun kendi branşınıza yönelik uyarlanabilir hali web sitemin dokümanlar sekmesinde mevcuttur. Ayrıca siteme üye olarak güncel gelişmeleri takip edebilirsiniz. Herkese iyi çalışmalar diliyorum.
Erdem Oklay
Kaynaklar:
Buluç, B. (2006). Suç ve şiddetin nedenlerini anlamak (1. Bölüm). Ş. Şule Erçetin (Ed.), Okullarda şiddet ve çocuk suçluluğu: Eğitim ve şiddet. içinde (s. 1-41). Ankara: Hegem.
Gordon, T. (2005). Çocukta dış disiplin mi? İç disiplin mi? E. Aksay (Çev.), İstanbul: Sistem.