“Ezilenlerin Pedagojisi” adlı eseriyle Türkiye’de geniş bir kesim tarafından bilinen bir düşünür, eğitimci, Paulo Freire, bankacı eğitim anlayışında, eğitimi, tasarruf yatırımına; öğrencileri, yatırım nesnelerine; öğretmenleri ise, yatırımcılara benzetmektedir. Öğretmen öğrencilerle iletişim, Freire’nin ifadesiyle diyalog, kurmak yerine biriktirdiklerini öğrencilere birebir aktarır ve zamanı geldiğinde de aktardığı bu bilgileri, bankaya yatırdığı tahvilleri ya da hisse senetlerini çeker gibi, öğrencilerin geri iade etmesini ister. Öğrencilerin yapması gereken tek şey, öğretmenler tarafından kendilerine aktarılan bilgileri depolamak, ezberlemek ve onlardan istenildiğinde de geri kusmaktır.
Bankacı eğitim anlayışında öğrenciler, eğitimin özenleri değil, yardım edilmesi gereken nesnelerdir. Bu yüzden de tek yönlü ders aktarımı (konu anlatmak) bankacı eğitim anlayışının araçlarından biridir. Öğretmen tek bilgi kaynağıdır. Öğrencilerin sorgulamasına, eleştirmesine, soru sormasına, bilgiden bilgi üretmesine, vs. gerek yoktur. Hal böyle olunca öğrenciler de doldurulması gereken “bidon”lar, “boş kap”lar olarak görülür. Öğretmen bu kapları ne kadar tıka basa doldurursa, o kadar iyi öğretmen; öğrenci de ne kadar çok alır, doldurulmaya ne kadar müsait hale gelir ve kendisinden talep edildiğinde bu bilgileri geri dökebilirse o kadar iyi öğrencidir. Bu açılardan bakıldığında eğitime bankacı benzetmesi yapılması daha net anlaşılabilir. Bankaya da para yatırırsınız, parayı bankada biriktirirsiniz gerektiğinde tüketmek üzere. Eğitimde bankacı yaklaşımı benimsediğinizde de bilgiyi biriktirirsiniz, gerektiğinde güç olarak kullanırsınız. Ancak bu sadece bireysel boyutta kalmaz, bankacı eğitim anlayışının benimsendiği bir sistem, sürü toplumu yaratmaya hizmet eder. Eğitim süzgecinden geçen herkese aynı bilgileri verir, aynı şekilde düşünen ve aynı şekilde davranan bireyler üretir. Öğretmenin de öğrencinin de kendini yenilemediği, öğrendiğini sorgulamadığı, sistemin dışına çıkmadığı, belirli kalıplarla hareket ettiği böyle bir sistem makineleşmeye hizmet eder.
Bütün bu özellikleri açısından bakıldığında bankacı eğitim sistemi ve son yıllarda tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hakim olan sınava dayalı eğitim anlayışı birbirleriyle birebir örtüşmektedir. Zira sınava dayalı eğitim anlayışında da öğrencilerden bilgileri dogmatik bir anlayışla, sorgulamadan, uygulamadan ezberlemeleri ve sonrasında da önlerine konulan sınav kâğıtlarındaki dört ya da beş seçenekten doğru olanı bulmaları beklenmektedir. Böyle bir sistemde öğrencinin alternatif sunmasına, beşinci ya da altıncı bir yolun olduğunu/ olabileceğini düşünmesine gerek yoktur. Çünkü bu anlayışta doğru tektir. Bu sistemde bilgi yüzeyseldir. Örneğin edebiyat dersinde herhangi bir eserin adını ve yazarını, türünü bilmeniz yeterlidir. İçeriğine dair en küçük bir ayrıntıyı bilmenize gerek yoktur. Bu durum öğrencilerin daha önce sorduğu “Bu bilgi gerçek hayatta ne işime yarayacak?” sorusunun yerini “Bu sınavda çıkacak mı?” sorusunun almasını da anlaşılabilir kılmaktadır. Zira bilginin değeri, toplumsal yaşamda ve bireysel hayatta kullanılabilir olmaktan çok, sınavda doğru cevabı bulmakla eşdeğerdir. Bankacı eğitim anlayışında olduğu gibi, sınava dayalı eğitim anlayışında da yapılması gereken şey tektir. Ezberle, doğru cevabı bul, rakibini geç. Eleştirmene, sorgulamana, sistemin dışına çıkmana, alternatif bilgi kaynaklarına gerek yok.
Hepimizin bildiği gibi, eğitimin iki temel işlevi vardır: birincisi, bireyin kendini gerçekleştirmesine yardım eden; bilişsel, devinişsel ve duyuşsal yönlerini geliştiren ve bireyin ilgi ve gereksinimlerine göre ileride bir mesleğin gerekli niteliklerini kazandıran bireysel işlev. İkincisi ise, bireyin yaşadığı çevreye ve kültüre uyumlu olmasını, içinde yaşadığı toplumun gelişmesine katkı sağlamasını güçlendiren toplumsal işlev. Bu iki işlevin bankacı eğitim/sınava dayalı eğitim yaklaşımlarıyla geliştirilmesi mümkün değildir.
Bunun yerine, Freire, bankacı eğitim anlayışının karşısına özgürleştirici eğitimi koyar ve problemi ortaya koymaya dayalı problem tanımlayıcı bir eğitim anlayışını savunur. Bu anlayışta anahtar kavram diyalogdur. Çünkü problem tanımlayıcı eğitimde diyalog eleştirel bilincin oluşmasında en etkili ögedir. Problem tanımlayıcı eğitimde öğrenciler nesne değildir ve amaç öğrencilerin eleştirel olarak düşünebilen özneler haline gelmesidir. Yaratıcılığı engelleyip insanları evcilleştirmek yerine, yaratıcılığı ön plana çıkarmak ve bu yolla da insanların özgürleşmesi hedeflenir. Diyalog yöntemiyle öğrenciler ve öğretmen derste ve öğrenme sürecinde var olurlar ve böylece bir karşılıklılık gelişir. Süreç hem öğretmeni, hem öğrenciyi dönüştürür. Bu bağlamda hem öğretmen hem de öğrenci, karşısında muhatap bulur ve muhatap alınır. Diyalog yoluyla insanlar hem kendisi, hem karşısındaki, hem de içinde bulunduğu toplum hakkında bilgiye ulaşır. Bunları sorgular, içinde bulunduğu durumu anlar ve sorunlara çözüm alternatifleri geliştirir. Aynı zamanda, diyalogun geliştirdiği kültür sayesinde, toplumun çatışma halinde olma potansiyeli taşıyan kesimleri de karşılıklı konuşur, anlaşır, sorunlarını çözer, birbirini muhatap alır, muhatap alınır, barışır. Bu süreçte otorite değil, eşitlik söz konusudur. Bu da hem bireysel gelişime, hem de toplumsal gelişmeye de dönüşüme katkı sağlar.
Özellikle öğretmenlerin sınava dayalı eğitim sisteminde, müfredat yetiştirme, öğrencilerini sınava hazırlama ve netlerini artırma yarışı içinde oldukları bilinen bir gerçek elbette. Ancak daha öncelikli rollerimizi de hatırlamamız gerekiyor, bireyi geleceğe bütüncül olarak hazırlamak ve toplumsal gelişime, barışa, ilerlemeye katkıda bulunmak gibi…