“Sayın bakanım, sayın valim, sayın milletvekilim, sayın bizim oraların belediye başkanı, sayın taa nerelerin genel müdürü, sayın şu kurumun kenarı, sayın bu dairenin şefi, sayın o karenin kökü, saygıdeğer basın mensubu arkadaşlar, çoook sevgili, canımızdan çok sevdiğimiz gençlerimiz, çocuklarımız…”
Dedin, daha bismillah yeni başlıyorsun ama bize geldiler bile! Bundan sonra on dakika anılarını anlatacaksın, beş dakika, yakında işin düşeceği için halihazırda yakaladığın bir zat-ı muhteremi öveceksin, sonra senden sonrakiler sahneye çıktığında onlar da beşer, onar dakika iade-i övgü, iade-i anı yapacak, millet uyduruk meyve suyu-kuruyemiş çeşnisiyle efkar dağıtırken sahne önüne doğru giden çaylar, kahveler, meyve tabakları senin neden bahsettiği anlaşılmayan konuşmandan daha çok ayıplanacak. Sağından solundan flaşlar patlayacak, yakalamaya gayret etsen de çoğunu kaçıracaksın. Süresi önceden belli ve sana bildirilmiş canlı yayını sonuna kadar işgâl edip ödüllendirmek üzere çağırdığın çocuklar orada değillermiş gibi davrandıktan sonra konuyla alakalı en ufak bir cümle dahi kurmadan sahneden ineceksin ve o da ne? Ah o senin pervasız pilotun yok mu? Birden bire uçası gelmiş gibi aniden, çoook zamansız, çoook erken kalkmaya karar vermesin mi? Hay Allah, organizasyonun yapılma sebebi olan başarılı çocuklara ödüllerini bile veremeden, onların adını sanını kimse duymadan, hevesi sönmüş gözlerini kimse görmeden bak görüyor musun, zengin kalkışıyla kalkıp koştur koştur uçağına yetişeceksin.
Ve biz, bir gün, olur ya binlerce kez tekrarladığı bu muhabbetlerden bıkan bir yönetici çıkıp da “Hoş geldiniz değerli büyüklerim, sevgili küçüklerim, kardeşlerim, canlarım. Başarılarınıza şahit olmak bizleri gururlandırdı. Enerjiniz bizlere gençlik aşıladı. Haydi bakalım sadede gelelim, bir an önce ödüllerinizi verelim.” diyebilecek mi diye beklemeye devam edeceğiz.
Uçuşun sıralısı, mikrofonun kapalısı.
Amin amin, cümlemize…
Bugün, yarenlik ettiğim genç kardeşlerimle katıldığımız, hepimizi birden daraltan bir davetten sonra bizden öncekilerin tövbesi olarak ya da bizden sonrakiler için dua niyetine kaleme alıverdiğim sonra da bir yerlerde unuttuğum şu kısacık eleştiriyi günyüzüne çıkarma fikri aklıma düştü. Günün, olayın, konunun odağını gençlerden, çocuklardan kendilerine kaydıran idareciler, peşinde koştukları tatmine bir türlü ulaşamayan amirler bu zülfüyâre dokunuşumuzu mazur görsün ve ama lütfen bir ders de çıkarsınlar. Başarıları için çalıştığımız, toplantılar düzenlediğimiz, etkinlikler gerçekleştirdiğimiz çocuklarımızı iş hayatımızın birer nesnesi, aleti, aracısı, tedarikçisi, müşterisi ya da bir kariyer basamağı gibi görme lüksü bizlere ait değil. Ödül vermek için çağırdığınız çocukları aç susuz bekletip, çok mühim konuşmalarınızı yaptıktan, size özel ikramları herkesin gözleri önünde tüketip protokolünüzü tamamladıktan sonra, bir tekinin dahi elini tutmadan, gözünün içine bakmadan terk edeceğiniz toplantılara katılmasanız da olur. Kuşaklar arası farktan, anlaşamamaktan hayıflanmak yerine diğerkamlığa, her gün, her saat pohpohlandığı hâlde dizginlenemeyen egoları azıcık susturmaya gayret gerekmektedir. İlkinde sineye çektiğim bu yönetici davranışıyla ikinci kez ve bu sefer daha pervasızcasıyla karşılaşmam bu yazının tamamlanma sebebi oldu. Bu olayda da ziyaretin sebebi gösterilen gençler, odakta olmaları gerekirken sadece dolgu malzemesi olarak görülmüşlerdi. Üç buçuk saat bekletildikten sonra üç dakikalığına, ancak dinleyici olarak muhatap alınan ve küçük bir istekleri de kalp kırıcı bir şekilde geçiştirilen bir avuç başarılı gencin sessiz sıkıntısına şahit olmaktan bahsediyorum. Anlatayım:
Protokol adetlerimizden en akıl dışı ve önemsizi olmasına rağmen en çok önemseneni ve dolayısıyla en yerleşmişi kalabalık olmaktır. Mühim bir büyüğümüz gelecekse konuyla ilgisi olmayan, orada olmuş ve olacaklardan habersiz bir alay insan orada olmalıdır ki büyüğümüz ve dolayısıyla temsil ettiği yapı memnun olsun. Bunun o yapıya nasıl zarar verdiği yazının sonunda anlaşılsın, biz mümkünse bir kaç dakikalığına geçelim büyüklerimizin egolarına dolgu malzemesi yapılan gençlerin yerine. Büyüğümüz gelmektedir ve kalabalık saatler öncesinden toplanmaktadır. Çünkü büyüğün ne zaman geleceği -nedense- belli olmadığı gibi, kurutulmuş kalabalığın zamanında orada olabileceğine itimat da yoktur. Dolayısıyla her sorumluluk sahibi insan gibi zamanında orada olanlar en çok bekleyenlerdir. Bir saat geçer, iki saat geçer, üç saat geçer, bir sandalye üzerinde bekletilen ve sükûnetten başka elinden geleni olmayan çocuklar kimsenin canını sıkmaz. Görevlerini kusursuz bir şekilde yerine getirmektedirler. Bu kısmın sıkıcılığını süslemeye, abartmaya hiç gerek olmadığından sadede geliyorum. Üç buçuk saatin sonunda büyüğümüz etrafındaki mutualist yaşayan kalabalığıyla salona girer, muhataplarının rahatsızlığından içine hiçbir esinti karışmamış havasıyla sahnedeki masaya oturur, üç dakikalık konuşmasını yapar. Konuşmanın sonunda “nezaketini” acelesine kurban etmeyerek ve fakat sözün uzamasını istemediğini de belli ederek “bizden istediğiniz bir şey var mı arkadaşlar?” diye sorar; arkadaşlardan tek bir talep gelir. Kendilerine ve sayın büyüğümüze hiçbir fayda sağlamadığı hâlde gerçekleştirilen o toplantının yapıldığı stadyumda bir iki saat sonra oynanacak milli maçı izleyebilmek. Sonuçta çoğu farklı branşlarda milli sporcudurlar. Onlar da bu ülkeyi defalarca temsil etmiş, başarılar kazanmışlardır ve şehre belki on, belki yirmi yılda bir kez gelecek önemli bir ülke takımıyla yapılacak bu tarihi maçı canlı canlı izlemek istemektedirler.
Büyüğümüz, biraz daha açalım: alanında ülkedeki en büyüğümüz, şöyle bir sağına soluna bakar. Hiyerarşide bir hayli altında kalan il müdüründen, stad müdüründen, boş işler müdürlerinden medet umar. Kimse buna bir anlam veremez çünkü “selam” ya da “alo” demek kadar emekle ağzından çıkaracağı bir talimat bu işi çözmek için fazlasıyla yeterlidir. Ama sağa sola iyice bakıp güvenli bir şekilde karşıya geçtikten sonra gözlerden uzaklaşmak işi çözmüştür. Çocuklar küsmedilerse maçı televizyondan izlerler. Büyüğümüz protokoldeki yerinden. Ben bir arkadaşımın zoruyla hasbelkader o maça giderim. Stadyumdaki boş koltuklar hüznümü ikiye katlarken Türkiye de Fransa’yı ikiye katlar.