”Bir vurursam duvara yapıştırırım.”Sen kime çektin? ” “Seni gidi geri zekâlı seni! ” ya da “kızım sen hiç akıllanmayacak mısın? ” “Ahmak kafa sen bu kafayla bir şey olamazsın.” Daha aklımıza gelebilecek bir sürü aşağılayıcı sözler. Peki, bunları kimlere diyoruz dersiniz; tabii ki çocuklarımıza. Aferin doğrusu! Ne güzel eğitiyoruz onları. Böyle sözler söyleyince mi çok güzel okuyor? Kafasını duvara vurunca daha kolay öğreniyor. Ya da aşağılayınca çok çabuk öğreniyor. ÖYLE Mİ? Ne kadar kolay eğitiyoruz çocuklarımızı değil mi? Ondan sonra da başarı bekliyoruz onlardan. Acaba bu sözlerle hangi başarıyı yapmasını istiyoruz? Böyle sözlerle yetişen genç beyinlerin hayata bakışı nasıl olur dersiniz? Durun ben tahmin edeyim. Suçluluk psikolojisiyle çevresine güvenmeyen yeni suçlular veya kişiliğini bulamayıp kendini kaybeden insanlar…
Bizim en değerli hazinelerimizden biri çocuklarımızdır. Ama ne yazık ki çoğu zaman bunun farkına varamıyoruz. Ne zaman kaybedersek çırpınıyoruz. “Yüzüme gülsün ‘baba’, ‘anne’ desin. O sevimli sözlerini yüreğime serpsin. Ne olur geri gelsin, bir daha onu azarlamayacağım.”deriz.
Pişman olduğumuz davranışlarımız hiç olmamış mıdır? Hepimizin, az çok mutlaka olmuştur. Hayat derslerle doludur aslında. Şimdi diyeceksiniz bildiğimiz şeyi bize mi öğreteceksin? Evet biliyoruz. Biliyoruz ama söylemekten korkuyoruz. Ve korktuğumuz için korkutuyoruz. Korku yaptıkça karşımızdakini suçluyoruz. Bazı şeyleri anlayamadığımız için, suçluluk duyuyoruz.
Yok, mu içimizde suçlu olan? Suçluluk duygusuna kapılan. Derin bir acıyla, ben de suçluluk duygusuna kapılanlardanım. “Suçlu ayağa kalk! “ Kolay değil, evladını kaybedip hayat depremine uğramak, kolay değil. Yıllardır bunun acısıyla yaşamak kolay değil. Yüreğimdeki acı hep bir yerlerde saklı durur. Bir Seçgin var bende, benden içeri. Anlatsam da anlayamazsınız, benim anladığım gibi. Hayat oyununu yaşıyoruz onunla birlikte.
Hepimizin yaşadığı hayatında, acısıyla tatlısıyla birçok olay vardır.
Hepimiz, bir filmin kareleri içinde yaşıyoruz. Bazen kahkahalar atarak, bazen acılar içinde kıvranarak, ağlayarak, hıçkırarak. Doğunca başlayıp, ölünce biten filmin başrol oyuncularıyız. Herkes kendi filminde başroldedir. Başrol oyuncusu ölünce biter film. Bizler, bunun farkında bile olmadan yaşar gideriz aslında.
“Okuyabilirseniz her insan bir kitaptır.” W.Channing. Bizler birbirimizi anlayabiliyor muyuz acaba?
Okuyabiliyor muyuz? Ailemizi, arkadaşlarımızı, çevremizdeki insanları…
Bir an gözlerinizi kapayın ve düşünün; Çevremizi, ne kadar fark ediyoruz? Birbirimizi ne kadar tanıyoruz? Sudan sözlerle, kalplerini kırıyoruz. Ya akşamları eve geldiğimizde yüzümüzü gören çocuklarımıza ne kadar ilgi gösterip onlarla ilgileniyoruz. Bazı şeyler kolay kaybedilir ama zor kazanılır. Onları kaybetmek, bizim içimizde yıllarca derin izler bırakabilir. Sevelim. İçten, güzellikle sevelim. Sevgi, başarıyı artırır. Ama içinizde güzellik yoksa başkalarında da güzellik bulamazsınız. Unutmayın ki okuyan beyin; işleyen, çalışan beyindir.
Karşımızdaki çocuklarımıza bakmak yetmez, baktığını görmek gerek. Görmek de yetmez, gördüğünü anlamak gerek. Anlamak da yetmez, anladığını anlatmak gerekir. Biz hangilerini yaşayabiliyoruz? Fark edip, görebiliyor muyuz? Anlıyor muyuz? Anlatabiliyor muyuz acaba?
Hepimizin uyduracağı bir mazereti vardır. Bu tek taraflı bir mazeret olmasın sakın; Temel arabasıyla Taksim Meydanı’nda dönüp duruyordu. Aynı trafik polisinin önünden beşinci defa geçerken, Temel’i durdurup “Bir yeri mi arıyorsun? Niye meydanın etrafında dönüp duruyorsun? ”Temel ”Sol sinyal takıldı da.” Çoğu insanın mazereti, bu fıkradaki gibi değil mi? Kafaları bir tarafa takılır. Takıldı mı bir türlü yön değiştirmez. Hep bir tarafı görür. Çok şeyler söylenebilir. En güzeli, aşağıdaki yazıyı çocuklarımızın eğitimini ve geleceğini düşünerek okuyalım. Düşünebiliyorsak eğer; Kapıdan girerken neşeyle ”Anne! Biliyor musun bugün ne oldu? ” “Görmüyor musun? Telefonla konuşuyorum.”Hiç kimsenin sevdiği şey diğerine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabasını seviyordu. Bir de misafir geldi mi eve, kendisine hiç yer kalmıyordu. Nerelere gitsin? Annesi mutfakta bulaşık yıkarken, en neşeli haliyle” sana yardım edeyim mi? ”dedi.”Bir de seninle uğraşmayayım! Çok yorgunum zaten.” Yorgunluk nasıl bir şeydi. Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında, anneannesi oyuncağını yavaşça elinden alır. “Nasıl yorulmuş yavrucak? Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni! ” diyerek alnına bir öpücük kondururdu. Yorgunluk gül kokulu bir uykuysa, ne diye annesi böyle kızgın kızgın konuşuyordu? Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı. Işıklar söndü birden. Çocuk sırt üstü yatıp anneannesinin köyünü düşündü; gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını. Anneannesi gibi, iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı.”Bak deli tavşan! ” diyerek parmaklarını oynattı. Yoldan geçen arabaların ışıkları duvardaki tavşana yol açtı. Yorulunca avuçlarının açılmasıyla kayboldu tavşan. Neden sonra ışıklar geldi. Kadın çocuğunun hiç konuşmadığını akıl etti birden. Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı. Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu. Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşcasına ” İşin bitince beni sever misin anne? ” dedi. Kadın, sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı.
Dikkatli, bir kez daha okuyalım. Biz çocuklarımıza nasıl davranıyoruz acaba?
Yarın çok geç olabilir. Bugün, şimdi, hemen düşünelim çocuklarımızı…