“Sükût” kelimesinin kökeni olan Arapça’daki ‘sekete’ fiili, “susmak, konuşmamak” anlamının yanı sıra “kesilmek, durmak” manasında da kullanılır. Diğer anlamı ise bir şeylerin kesilmesi, değerli şeylerin birleşmesine vesile olur. Bu bağlamda, sükûtun değeri büyüktür. Sükût, bir o kadar da önemli bir beceridir. Konuşmak, insan doğasından gelir; insanlar olarak iletişime ihtiyaç duyarız. Ancak uygun zaman ve yerde susmak, akıl işidir. Doğru şekilde sükût etmek ise bir marifettir.
Sessizlik, bazen en güçlü ifadedir. Dile sükût düşmüşse o insanın iç dünyasında derin bir yara olduğuna işaret eder. Çünkü sessizlik, duyguları ifade etmek için kelimelerin yetersiz kaldığı zamanlarda tercih edilir. Bazen en yıkıcı fırtınalar sessizlikle başlar. İçimizde kopan fırtınaların yankısı dışarıya sessiz çığlıklarla yayılır. Dile getirilmeyen acılar, içsel yaraların sessiz çığlığıyla kendini gösterir. Ne zaman ki sessizlik hâkim olur, o zaman bil ki iç dünyada bir fırtına kopuyor.
Hayat, yüzlerce duygu ve deneyimle dolu bir yolculuktur. Bu yolculukta bazen karşımıza çıkan engeller, bizi derinden yaralar. Ancak bu yaraların çoğu dışarıdan görünmeyen, sessiz çığlıklarla ifade edilen yaralardır. Toplumun dayattığı ‘güçlü olma’ baskısı altında, içsel sıkıntılarımızı paylaşmak yerine sessizliği tercih ederiz. Ancak unutmayalım ki sessizlik, çözüm değil, içsel fırtınaları daha da derinleştirir.
İçsel yaraların sessiz çığlığı, aslında bizi dışarıdan gelebilecek zararlardan korumak için bir savunma mekanizmasıdır. Ancak bu sessizlik, zamanla içimizdeki fırtınaları büyütür, ruhsal sağlığımızı tehdit eder. Bu nedenle, kendi içsel sesimizi duymak ve onunla barışmak için cesur olmalıyız.
İnsanlar, çeşitli sebeplerle duygularını ifade etmekten çekinebilirler. Belki de incindiğinde, inciteni incitmekten korkarlar. Belki de hayal kırıklığına uğradıklarında, başkalarının onlara duyduğu güveni sarsmaktan endişe ederler. Ya da belki de içlerindeki acıyı ifade edecek kelimeleri bulamazlar.
Dil sükût düştüğünde, bu sessizlik sadece içsel acıyı derinleştirir. Duyguların ifade edilmediği bir ortamda, insanlar kendi içlerinde hapsedilmiş hissederler. Bu da ruhsal olarak yaraların daha da derinleşmesine yol açar. İçsel yaralarımızla yüzleşmek, onları iyileştirmenin ilk adımıdır. Bu yüzleşme sürecinde sessizliği kırarak, duygularımızı ifade etmeye cesaret etmeliyiz. Birlikte paylaşılan acılar, içsel yaraların iyileşmesine katkı sağlar. Kendimize ve birbirimize olan içten destekle, sessiz çığlıklarımızı dışarıya çıkarabiliriz.
Herkesin hayatında bir zaman gelir, konuşmaktan daha derin anlamlara sahip sessizliklerle dolu zamanlar yaşarız. İşte bu sessizlikler bazen içsel bir çığlık gibidir, ancak dışarıya hiçbir şekilde yansımayan, derinlemesine bir yara.
Bir zamanlar, sessizliğin gücünü ve içinde barındırdığı çığlıkları anlamak için ünlü bir filozof olan Eren Bey, ünlü düşünürlerin, yazarların ve sanatçıların etkileyici sessizlik hikâyelerini araştırmaya koyuldu. Onun bu arayışı, bir köyde yaşayan genç bir adamın hikâyesiyle kesişti. Adı İsmail’di. İsmail sessiz bir gençti, ama etrafındakiler sessizliğinin altında yatan çığlıkları fark edemiyordu. İsmail’in sessizliği, onun içsel çatışmalarının, korkularının ve endişelerinin bir yansımasıydı. Onun sessizliği, konuşmaya cesaret edemediği derin duygularının bir ifadesiydi.
Eren Bey, köyde dolaşırken İsmail’in sessizliğini fark etti. Genç adamın içsel dünyasına dokunmak için onunla konuşmaya karar verdi. Bir gün, İsmail’in yanına oturup onunla sohbet etti. İsmail, başlangıçta çekingen olsa da, Eren Bey’in sıcaklığı ve anlayışıyla kısa sürede duygularını paylaşmaya başladı. İsmail, geçmişindeki acıları, korkuları ve endişeleri Eren Bey’e anlattı. Onun sessizliğinin altında yatan çığlıkları, şimdi dışarıya aktarılmıştı. Eren Bey, İsmail’in içsel yaralarını dinlerken, ona destek olmak için orada olduğunu hissettirdi. Ona, sessizliğin gücünü kabul etmenin ve içindeki çığlıkları dışarı çıkarmanın önemini anlattı.
Birlikte, İsmail’in içsel çığlıklarını duymak için yeni bir yol buldular. Sanat, İsmail’in duygularını ifade etmenin güçlü bir aracıydı. İsmail, resim yapmaya başladı. Tuval üzerine, sessizliğin içinde yatan çığlıkları renklerle ve çizgilerle dışa vurdu. Her fırça darbesi, içsel yaralarının iyileşmesine bir adım daha yaklaştırdı. Zamanla, İsmail’in resimleri köyde ün kazandı. İnsanlar, onun eserlerindeki derin duyguları hissedebiliyorlardı. İsmail’in sessizliği artık korku ve endişe dolu bir çığlık değil, içsel bir ifadenin güçlü bir sembolü haline gelmişti. Eren Bey’in rehberliğinde, İsmail sessizliğini kabul etti ve içsel çığlıklarını ifade etmek için bir yol buldu. Artık sessizlik, onun için bir kafes değil, özgürce ifade ettiği bir sanat biçimi haline gelmişti.
Belki de hepimiz, İsmail’in hikâyesinden bir şeyler öğrenebiliriz. Sessizlik, bazen en güçlü ifadelerin kaynağı olabilir. İçsel yaralarımızı kabul etmek ve ifade etmek, iyileşmemizin bir yoludur. Ve belki de, sessizliğin içinde yatan çığlıkları duymak için sadece biraz daha dikkatli olmamız gerekir. Belki de en güçlü insanlar, içsel fırtınalarına rağmen sessiz çığlıklarını dışarıya yansıtabilenlerdir. Çünkü sessizlik, zayıflığın değil, derin bir içsel gücün işaretidir. İçsel yaralarımızın sessiz çığlığını duyabilmek ve onunla başa çıkabilmek, gerçek bir güç göstergesidir. Dolayısıyla sessizliği değil, içsel sesimizi dinlemeyi tercih etmeli, içsel fırtınalarımızı paylaşarak iyileşmeye adım atmalıyız.